11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1522
Okunma

Adam, bunaltıcı sıcağın altında koşturup duruyordu. Elindeki dosyalarla birkaç yayınevi dolaştı…Sahipleri ile oturup sohbet etti. Kendi sıkıntısını dile getirirken onlarınkini dinleyip kendisine öykü malzemesi çıkardı. Kulaklarına inanamadı; söylediklerini, başka birisi söylese kesin inanmazdı…
- Abi şu ünlü yazarın oğlu var ya; kitaplarını senin matbaanda bastıran…Daha sözünü bitiremeden; yayıncı, elindeki tespihi, masanın camında şaplattı. Belli ki bir sıkıntısı vardı…Hemen merakla:
- Ne olmuş abi, o yazara? Dedi.
- Ha, şu mu? Bırak şu densizi ya! Bana şu kadar borcu var, hala vermedi. Ben de onu bir adam sanmıştım. Ticarette kimseye güven kalmamış. Bu karşındaki yazar dahi olsa…Neyse…
Yayıncı, kendisini yazar sanan adamın dosyasına göz gezdirdi. Format sayısını hesapladı…Masanın üzerindeki hesap makinesinde rakamları çarptı, böldü topladı. Kitabının maliyetini söyledi.
- Yarısını hemen, yarısını da kitap tesliminde alırım. İçeriğinden sen sorumlusun. Biliyorsun ben mimli biriyim. Savcıdan kurtulurum yine de. İçerde yatmayı göze aldın mı?
“Allah, Allah! Daha kitap çıkmadan, savcının damına da girmek var ha!” diye içinden geçirdi. Kotaracak bir sürü işi vardı. Şimdi sırası değildi, özgürlüğüne zincir vurdurmanın.
- Kitabı yoluk tavuğa döndürdüm abi! Her tarafını kırptım. Bir iki paragrafına da erotizm içeren yazılar ekledim.
-Hah, işte öyle olacak. Bu milletin uçkuruna hitap edeceksin. Beynine yönelirsen “sakıncalı” olursun…
- Ben, senin yanına uğrarım. Paramı denkleyeyim de!..
- Tamam koçum, her zaman beklerim.
Adamcağız, koltuğunun altında yazdığı roman taslağı ile içinde yaşadığı bu kaotik şehrin korkunç trafiğinde oradan oraya koşturmaya devam etti.
Merdivenlerin dibine serili tezgahın üzerindeki korsan kitaplara gözleri takıldı. Elif Şafak’ın İskender ve Zülfü Livaneli’nin Serenad romanlarını cüzi bir fiyata satın aldı. Daha şimdiden yüz binlerce baskı yapan bu yazarlara imrendi. Onlar gibi asla olamayacağını biliyordu. Kendi romanının değil yüz bin, bin tane bile satması büyük başarı olacaktı. Şimdiden hesaplamaya başladı; ülkenin genelindeki “merhaba” dediği dostlarının(!) sayısını ... Eh, idare ederdi. Mangalda kül bırakmayan bir arkadaşını telefonla aradı. Hoş sohbetten sonra durumu izah etti. Arkadaşı panikleyip telefonu kapatmak zorunda kalınca morali bozuldu. Aman neymiş efendim: “ Ergenekoncu! “ diye tutuklarlarmış…Zaten rahmetli babası da sağlığında:
- Sen, bir gün bu yazdıklarınla başını belaya sokacaksın,derdi…
Zaten o gündür bugündür; kendisini hep sakıncalı sandı. Gölgesini bile kendisini takip eden bir dedektif olarak görmeye başladı...Bu yüzden de; polisiye romanlar okumaktan vaz geçmişti; “psikolojim düzelsin, travmalardan kurtulayım!” diye…
Başka bir yayın evinden içeri girdi. Adamla üç aşağı beş yukarı anlaştılar. Hayvan pazarlığı yapar gibi sıkı sıkıya tokalaştılar. Ayrılmadan önce dosyasını inceleyen yayıncı, elindeki kurşun kalemle, bazı kelimelerin üzerlerini çizdi.
-Ben, binlerce kitap bastım. Sakın unutma; romanın sade olacak sade! Felsefi bir eser olsaydı; içine doldur doldurabildiğin kadar anlaşılmayan kelimeleri, fark etmez…
Öğretmenini dinleyen uslu öğrenci edasıyla;
- Peki! Dedi.
Adamcağız, başına püsküllü bir tatlı bela sardığını biliyordu…Kurtulması mümkün değildi. Pek yakında çıkacak olan romanını satmak için şimdiden düşünmeye başladı;
“Çocuklarımın okul harçlıklarından kırparak romanın basımına verdiğim bu parayı kesinlikle çıkartmam lazım!..”
Bu koca kaotik şehirde insanlar kum gibi kaynıyordu. Bir de başı boş köpekler…Elini sevgiyle şaplatsa onlarca köpeğin, kendisine doğru koşacağını biliyordu…
“Tek çare köpeklere satmak!” diye mırıldandı ve şuursuz kalabalığın arasında yitip gitti, evine doğru…