22
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1423
Okunma

Bekliyorum. Herhangi bir nedene sarılı kalmadan gözümü kol saatime iliştirip tam on dakika daha. Bir simit ve yanında sıcaklığını yitirmiş bir çay ile şehrin garında, o yeşil ve sadık banklardan birinde kokluyorum arada kaybettiğim yılları. Suretler olmaksızın çalınıyor martılar, oksijen çekiştiriyor yanaklarımı, mutlu gibiyim kocaman bir parça. Öyle hızlıca kayıp gitmiş ellerimden diye düşünmeme olanak tanımıyor bulutlar. Eskisi gibi çok mavi yok arkalarında ve beyazlıklarına azıcık gri bulaşmış. Çocukken sabahları ilk inanışım onlardı, nasıl unuturum? Günümün nasıl geçeceğini fısıldayan bir ağabey gibi dokunurlardı göz yuvarlarıma. Hiç değişmemiş hayallerim. Belli ki hiç kaybetmemişim kendimi, aksine kendimi bulmuşum. Tam on iki sene... Reşitliği yeni ele geçirmiş bir delikanlıyken bir daha dönemeyeceğimi sandığım topraklara fikirleri değil belki ama duyguları kalınlaşmış bir adam olarak ayak basıyorum şu an. O yüzden tren rayları birer alıştırma ödevi gibi geliyor. Gözlerim büyüyor toz kalktıkça ve kısa şortlu bir çocuğun annesinin elinde kurtuluverip amaçsız koşuşuna dalıyor düşüncelerim. Başka dünya yok, gitmemişim bu şehirden sadece götürmüşler beni ben istemeden, anlamaya başlıyorum dışa vuran sezgilerimi.
Gurbetin buzdolabına kaldırdığı duygularım çözülecek birazdan, öperken ninemin ellerini, hayattaysa hala ve ben kadife koltukta televizyon seyrederken öksüreceğim belki ve işte yine "Muzaffer! Soğuk içme demiyor muyum sana? Haylaz" diye bir ses yetişecek kulaklarıma, tıkanacak boğazım, yutkunacağım. Sonra keskin tarhana kokusu saldıracak odaya, soğanın gözümü yaşartmayan tesellisiyle bir bardak su dolduracağım babamın dirseklerine dokunarak. Gülümseyeceğiz, sofra başında illa ki bir tuhaflık olur ya da içimizden biri bir hikaye uydurur. Belki çok geçmeyecek, bir ezan vakti topuğunu çiğneyerek çıkıp gidecek babam ama cebime ondan aldığı harçlığı koyan yine annem olacak. İri taneli kahverengi gözleriyle bakacak itiraz etmemem için ve bir kez daha burularak içim "Mutlu günler" dileyeceğim aileme. Biliyorum, onlar hala çıkıp gittiğim yerde kaldılar ve hava kararınca dönecek oğlumuz diye hazır tutuyorlar peşin sevgilerini. Çünkü ben suçsuzum demedim, suç bana ait bir şey olmamıştı hiç, gerek bile yoktu kendimi savunmama. Kuşkusuz inanıyorlardı dudaklarıma, yalan söylüyor dese de dünya.
Ben ise dönüp dolaşıp kalıyordum aynı yerde, düşündüm tam on iki yıl boyunca benzer soruları: En son kime kötülük yaptım? Ya da kimin için kötü bir düşünce besledim? Yanıtı bulunamamıştım, yemin ederim. Anımsayamıyordum, suçlandığım bir adam olmadığım için, kendimi bildim bileli insandan yana kaldığım için, atalarım ve soyum dürüstlükle içimi bezediği için ve onlar imansız dedikçe en çok dua eden ben olduğum için. Ama yok, öyle kolay değil tabi. Yıllarca karanlığın yüzümü belirsiz bırakan yol ayrımlarında tutunduğum yegane dal dua etmek olmuştu, elimde kalan ve bir başına yapabildiğim yegane şeydi daha fazla inanmak. Belki göstermedim onlar gibi, iyi insanlar kadar batırmamıştım hiç bir göze. İnsanlar için koşuşturmanın gösterişsiz ve dudaksız erdemini sadece benliğim anlayabiliyordu, yüzlerce defa toplantı yapmıştım içimdeki düşmanlarla ve onların arasında bile sırtımı çevirip huzurlu ve mutlu kalırım diyebilen çıkmamıştı hiç düşüncelerimde. İsyan etmedim, pişmanlık bana göre değildi. Her türlü sıfata katlanabiliyordum burnumun dikine gidip doğrunun peşi sıra yürürken, kaygısız diyorlardı bencil yaşamın temiz yüzlü adamı olmaya çalışmadığım için. Olsun! Kaybetmiş gibi gözükürken içimde kazanmanın sahip olduğu sonsuz huzur... Davamın kurbanıydım sadece ve her şeyi söyleseler bile "Zavallı" diyemezlerdi bana, hiç küçülmeyen yüreğimin adını değiştiremezlerdi. Genç omuzlarımda taşıdığım, tanımadığım yüzlerce insanın hayat kavgası ve beraberinde acıyla örseleşmiş derileri vardı çünkü. Ya onlar? Kim inandı ki bana? En çok birkaç gün... Hepsi de inanmış suçlu olduğuma, sonradan duydum.
Bir gün... Bir gün en çok sayıkladığım şeydi, geldiğince boynumu yağlı ilmekte göreceğime inandırmışları cezaevinde. Kalın, yağlı bir ip... Ne çok şey anlatır bana bilmezsiniz. Çünkü benim görebildiğim yaşam hikayelerinin özetidir aslında bu uzun ip parçacıkları... Ölümü düşünmek yerine on iki sene boyunca görüldüğünden ağır olan o ipi ve yön verdiği hayatları yazdım kir tutan ellerimle. İp... Gözlerimi açtığım da olduğu gibi kapamak üzereyken de en büyük tehditti benim için yazılan senaryoda.
Az sonra sahile uzanacak ayaklarım. Deniz didik didik edecek yıllanmış beyazlıkları. Tuzunu süreceğim seraplarıma ve kuş sesleri ile dalgaları yarıştıracağım rüzgarın derin soluğunu yapıştırıp kulaklarıma. "Özgürüm. Nihayet ölümsüz." Gözlerim açık şu an ama kapalı kalan düşlerimi azad etmekten kör yapıyor mavilikte sulandıkça. Bir ilmik sonra iskeleye yanaşacağım ve hasretini çektiğim balıkçı ağlarıyla yakmak isteyeceğim bir avuç içi sigara. Söylesem inanırlar mı acaba? "Dayı. Belki yüzlerce gece hayalini kurdum misina tutan ellerinizin. Hatırlayacak mısınız beni?"
Sonra terziler sokağında terk edeceğim yalnızlıklarımı. Burası semtin en ucuz, köhne ve var olmakta ayak direyen kutsal varlığı. Eskiden yirmiye yakın terzi ve bir o kadar da kunduracı vardı, sokak boyu uzanırlardı. Ben hangisine çıraklık etmemiştim ki? Sökük dikmeyi, bağcık bağlamayı burda öğrenmiştim ama en güzel tarafı ipin bir mucize olmadığını kavrarken düğümleriyle muhtaç bıraktığı yaşamların soğuk gazoz ısmarladığı çocuk olabilmemdi. "Usta. Annem hastaydı, o yüzden geç kaldım, affet."
Biraz arabesk yükseliyor gittikçe daralmakta olan sokaklardan. Burası şehirlilere göre mağara, bir kadından bir kadına sesleniş defalarca yankılanır duvarlarda. Ama bizim içimize çöreklenmiş magazin ertesilerinden ibarettir sadece. Dikkatle geçiyorum taş kaldırımlardan, topuklarımı gürültüsüz dokunduruyorum yüzeye ve dinliyorum. Kapalı pencerelerden yükseliyor kadın sesleri. Boylu boyunca uzanmış çamaşır iplerinden şimdilik eğilerek kurtuluyorum belki. Sonra ilkokul kızlarının evlerinin balkonlarında sereserpe yayılıp dizdikleri boncuklar takılıyor mısralarıma. Tıpkı yazdığım gibi... Küçücük bir zanaat hem büyük hayaller beslemelerini sağlıyor hem de aile bütçesine büyük bir destek. Gülümsedikçe uzaklaştım sanıyorum ama tam kapısının önünde yakalıyor beni ilk aşkım. Ben ilkokuldayken o lisedeydi, Elidor Nazan. Nedeni malum, hiç abla demek gelmemişti içimden ona, öyle güzel saçları vardı ki... Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ve hatta epey kilo almıştı. Ama saçları... Hala lakabını sonsuza kadar hak edecek kadar güzeldi. Defalarca baktım, o beni tanımadı, hasret giderdim bir yabancı olarak. İçim öylesine buruşmuş ki onun keyfini bile sürerken başkalaşıyor gözlerim. O sırma saçların her bir teli bana dünyanın en güzel ipini anımsatıyordu, bu sayede bir kez daha nefret ettim kendimden, bana yaşatılan on iki seneden. Uzak kaldı ayaklarım, konuşamadım.
Az kaldı. Denize o kadar yakınım ki... Eve uğramadan bir soluk çekmek üzereyim ve kokusu kapladı bile gümüşe boyanmış tenimi. Bir sokak öncesinde küçük çocuklar dolanıyor ardım sıra. Yabancı gördüler, heyecanla süzüyorlar minicik dünyalarında beliren farklılığı. Ama ben onlardan daha dikkatliyim şu an, farkında değiller. Çünkü unuttuğum bir şey buldum onlarda: İp atlıyorlar. On iki sene boyunca gecelerin içine yerleşmeyen yegane buluş. Bir tek satırımda bile "Bastı kaçtı" yapmak yok, hayret uzanıyor gizemli kollarıma ve birkaç dakika içerisinde yüzümü bulayan bütün çamuru neden yıkayarak çıkartamadığımı da kavrıyorum. Hiç oynamamıştım, beceremedim belki bu yüzden ipin üzerinde kalmayı, ayağım taklıdığında tekrar sıçramayı ve her dolanan ipi ayaklarımdan kurtarmayı. Bu cambazlığın temel taşı ve ilk öğrenildiği yer olmalı diye geçirdim içimden. Sonrasında ipin üstünde yürümeyi becerenler kalıyor hayatta. Eğer benim gibi beceriksiz ve isteksizseniz aynı ip biraz kalınlaştırılarak ayağınızın altına yerleştirilmiyor, siz onun altına bırakılıyorsunuz. İşte on iki senenin mutlu sonla bittiğine inandığım alınmış gözleri kalıyor geride. İpe sürüyorum emanet gözlerimi. Tekrar ve defalarca. Gözlerimin ulaşabildiği en uzak nokta burası, artık kalıyorum, gitmiyorum hiçbir yere.