43
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2536
Okunma


Anne!... Kanadımın birini onardıkça diğerini kırıyor yaşam... Tam her şey geçti diyorum bir tomurcuk gibi patlıyor güneşimin saçlarını yolanlar... Pencereme gelip o garip çığlığını atan martıyı gördüm rüyamda... Hani şiire başlamama sebep olan o kanadı çamura batmış martı!... Gözlerinde bir damla yaş vardı pencereme bıraktı gitti anne!... İstanbul çağırıyor beni anne!...
Yaşam beni sorguladıkça ben sorgulandığım yerde cevaplarımın kıyametini seriveriyorum gecenin yazgısına… Kimdi dediğim yerde başlıyor keşfimin kekremsi kehaneti… Adımlarımdaki ilk sorgu kahramanını soluğunda denizine kavuşturacak bir kıvranışın, tozu dumana katan velvelesinde saklıydı…
“Hadi sevgili okurlar; kahramanını arayan iki yıldızın atlasın gece tenli koynundan kayacağı ana kadar ki sefasına dem olalım… Ve bu demin toprağında gezinen İstanbul’u, bir özlemin inleyen yazgısında bekleyelim”
Kahraman kimdi? Yolculuğun her bir virajında tam uçuruma gelmek üzereyken seni tutan mı yoksa o virajı uçuruma düşmeden nasıl döneceğini öğreten miydi? Kahraman kimdi? Seni tuttuğu için bedelini kat kat ödeten mi yoksa şartsız bir esişle rüzgârın olan mıydı? Sahi kahraman kimdi!
Kahramanları yoktu okkalı kapılar kapanırken yüzüne, kahramanları ölmüştü rüyalarında gümüş tepsideki bardağı kırarken rüzgâr, kötü bir kâbustu aynı zamanda balonları kesik bir gökyüzü, kahramanları hiç gelmediler nefesine çekilirken son nefesi son terennümünden!
Kapanan kapıların ardında gözleri korkudan büzülmüş bir çocuğun yüreğini taşıyordu kocaman bedeni! Kahramanları varken yok olmanın garip ikileminde siliniyordu tek tek... Sonra gecenin ritmini sabaha salan poyrazın tırnaklarını geçiriyordu ruhunun ince sızısına... Ah bu sonralar yarınları sömüren ç/ağrılar!...
Son nefesiydi ağrıları, kalbine kayan bakışları, hiç görmedi ki güneşin oturduğu yeri, kahramanlarıyla uykuya yatan güneşi ve son nefesinde söylendi içindeki çocuğa
- gelebilir miyim yalnızlığının yanına
Yalnızlığının yanı başına giderken çıplak düşleri, bir sevinin öksüz saltanatını kayıyordu tepelere güneş... Nefesinin son demine yaslandı başı ve gök soyundu toprağın işveli duruşuna... Bir ney sesinin inleyişinde ıslandı dağın ıslak tepeleri... Birazdan ateşle yıkanacaktı gelincikler güncesi...
Ve bir yağmur yanığı başlayacak, sabah salası okunurken, kayıp gidecek düş kurduğu gelincikler avuçlarından toprak kokusunda.
- kar beyazının yalnızlığı bilinmezdi önceden
nerede biterdi şubat düşleri
kuyuların göğsündeki gümüş yansımalar
nerede
inlerdi-
Kuyuların göğsünden akarken hüznün sıkılgan vuruluşu, saniyelerin nabzına dokunuyordu serkeş bir kıpırtının küflü seferi... Kar beyaz düşlerinin şakağına darağacını dikerken kasım ayazı bir ankanın suflesinde dikenlerini döküyordu küllü yazması!...
Küller ve çürümüş sazlar, biri düşmüştü düşlerden, diğeri topladı bakışlarını kalbinin üstünden büyük bir boşluğa doğru...
-kimse yok
-kimseler yok
acı duymuyorum artık kahramanlarımdan dolayı
Acı duymadığımız yerlerde mi başlar bitişin tınıları, belki de kuyuların şarkılarıdır bizimkisi, bir yusuf anlardı bizi, bir de kuyulara düşen serçeler öperdi kimsesizliği, belki de çığlıktı dost bildiklerime şaşıran, gururlu bir yağmurdu aynı zamanda kuyularda birikenler…
Ve kurgunun sorgusunu sağan düşüncenin salıncağında demleniyordu bir fısıltının avaz avaz çoğalan kahraman sanrılı adımları!... Göğünün dergâhını terk ederken iki yıldız, İstanbul tutuyordu onları anne şefkatindeki rengiyle…
Anne… Kahramanını bulabilenin avuçlarında mı kanar arınacak düşlerinin gerçek gülüşleri… İstanbul’u özledim anne!...
lacivertiğnedenlik / Mehtap Altan