11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1326
Okunma


Haftanın altı günü bir şey sormadan işe gidip geliyordum. Sözleşme imzalamıştım ve bu yıl izin kullanamazdım. Büyük patrona “Üç beş gün tatile gitsem?” demek aklıma bile gelmemişti. Bahar başında, yanına başka birini bulamayan arkadaşım telefon açıp, indirimli yurtdışı seyahatlerinden bahsetmiş olmasa, geçen hafta da yine hiçbirşey sormadan işe gidip gelecektim herhalde. Temmuz sıcağında kendimi Roma sokaklarında buluvermem böyle oldu işte.
Haftaları altı taneli tesbihlermiş gibi hızlı hızlı çekmeye biraz ara verip, ben dönene kadar tozlanmasınlar diye zihnimin köşelerinde yıllardır duran demirbaş dertlerimin üstlerine de birer beyaz çarşaf örtüp yollara düştüm. Tura çıkmak değişik bir deneyimdir. Birbirini tanımayan bir grup insan, elinde mikrofonuyla bir rehber ve bir şoför. Otobüsün içinde insan ruhundan oluşan bir hava gezinir, bu bazen ılık ve yumuşak olur, yolcular birbiriyle kaynaşır, bazen de herkesin başının hemen üstünde kendine ait ruhu görünmez bir şekilde katılaşıp kalır ve artık rehber ne yapsa grupta bir beraberlik sağlayamaz. Bu da felaket değildir. Çünkü mesafelerin kapanması geziyi eğlenceli kılabileceği gibi, kavga ve küslüklerin doğmasına da yol açabilir. Kırkın üzerinde kişiydik. Aileler ve yeni evlilerden başka, bir tekini atlamamacasına her dondurmacıdan dondurma yemeyi ihmal etmeyen emekli öğretmen teyzelerimiz, alışveriş tutkunu ablalarımız ve eylülde, kolejin ilk gününde arkadaşlarına “tatilde İtalya’daydık” diyecek olmanın kıvancı dışında, geziyle pek ilgilenmeyen ergenlerimiz de vardı. Roma’nın sıcağına rağmen ruhlar katı halde kaldı. Eğlenmedik, kavga da etmedik.
Kuzeyde Milano’dan başladık, güneyde Napoli’ye kadar indik. İki deniz arasında yemşeyil ve sulak bir yarımada İtalya. Turiste doymuş, hatta ev sahipliklerindeki tutumlarına bakarsak turistten bezmiş bir ülke. Roma mirasına sahip, (“ne olmuş, biz de sahibiz!” diyoruz içimizden) kuzeyi muntazam ve sanayileşmiş, güneyi karışık . Turdaki diğer insanlara sordum “neyi ilginç buldunuz” diye, Floransa diyen oldu, Siena diyen oldu. Bence en ilginç yer Venedik. Sokakta yürümek diye birşeyin olamadığı bir mahalleyi bir düşünün, sabah evden çıkarken üçüncü basamakta suya indiğinizi (tık, tık şlopp…).
Yurtdışına üçüncü, “evimi özledim” diye ağlamadan bitirebildiğim ilk gidişim oldu, galiba büyüyorum artık. Avrupa’da zeytinli, domatesli, demleme çaylı bir kahvaltının mümkün olmadığını biliyordum o nedenle fındık ,ceviz, dut kurusu aldım yanıma. Bu açıdan da kendimi tebrik ettim zira onlar da olmasa büsbütün aç kalacaktım. İtalya’da bir Türk, kudret helvası ve bıldırcınla imtihan edilen yahudiler gibi imtihan ediliyor; birinci gün pizza, ikinci gün spagetti, üçüncü gün pizza, peki ya sonra? Pahalı ve tatsız yiyeceklerden sıkılınca, birşey yememe kararı aldım, galiba iki kiloyu da bu kararımı izleyen iki gün içinde verdim. İndirimli turun, yedi günün üç gününü kapsadığını, diğer günlerdeki turların ekstra ücrete tabi olduğunu ve katılmak istemeyenlerin de şehir girişinde bir benzinlikte ya da parkta oturup akşama kadar otobüsün geri gelmesini beklemek zorunda olduğunu öğrenince, paramın yarısını bu turları satın almak için vermeye mecbur kaldım. Acenteyle seyahat edeceklerin kulağına küpe olsun. Kalan para da müze girişleri, eş dosta alınan hediyeler ve günlük yemek için ancak yetiyor. İtalya’da lokantada oturarak yemek için ek ücret ödendiğini de belirteyim.
Gitmeden önce okumuştum, güzel bir ülke olduğunu biliyordum ama kendimi de tanıyordum, ayılıp bayılmayacağım belliydi. Genel durumum belki şöyle özetlenebilir: Tatil için İtalya’yı seçtiyseniz, ya gotik mimarinin en güzel örneklerini oluşturan katedrallere, Roma’nın antik kentlerine, rönesans ressamlarının eserlerine hayran olursunuz ya da benim gibi açlıktan, sıcaktan ve sıkan ayakkabınızdan başka bir şey düşünememecesine zihnen felç olursunuz, ikisi de bir bakıma “kafa tatili”dir. Figüratif sanattan pek hazzetmeyen ve pek de anlamayan biri 100.000’den fazla heykeli olmakla mağrur bir ülkede kendine neyi yakın bulsun? Yine o kişi fotoğraf çektirmeyi sevmiyor, platin saçlı kadınların kapısında sıraya girip ancak ikişer ikişer içeri alındığı meşhur mağazaların vitrininde ne olduğunu bile merak etmiyorsa, romantizmi de Aşk Çeşmesinde Poseidonun beyaz ayaklarından akan soğuk sudan çok, Kireçburnundan boğaza bakarken cennetin nasıl bir yer olduğunu hayal etmekte buluyorsa, İtalya ona gurbet olmasın da ne olsun? Binaların cephelerinden ve çatılarından beni izleyen sayısız mermer göz altında dolaşırken bana tanıdık gelenler, zakkumlar, ortancalar, güvercinler ve kestane gölgelerinden ibaretti. Bir kez daha anladım ki ben Doğu yarıküreye aitim hatta Greenwich’in de 2 saat doğusundan geçen kırık bir çizgiyle batıdan ayrıyım. Kahvaltımı espressoyla yapamam, ravioliyi denerim ama mantının yerini hiçbir şey tutmaz, San Piyeri beğenirim ama yar-ı kadimim Selimiye’dir.
Döndüm, tesbihimi yine aldım elime ve beyaz çarşafları kaldırdım, pencereleri açıp alaturka rüzgarlarla havalandırdım zihnimi. Ve-l hasıl-ı kelam; İtalya’yı gördüğüme memnunum ama vatanımda mutluyum.