5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
829
Okunma
Mösyö Malfroid uzanıp bileğimi kavradığımda başıma gelebilecek en kötü şeyin bu olduğunu zannediyordum. Yakalandığıma inanamayarak ona bakmıştım. O ise avcumdaki kopyayı aldı, sonra çıkardığı tükenmez kalemiyle önümdeki sınav kağıdına kocaman bir sıfır çizdi. Artık biyoloji dersiyle başım beladaydı.
“Fazla seçeneğin yok” dedi Emre. “Bu dönem Malfi’ye kölelik yapacaksın.”
“Kölelikten kastın nedir?’ Emre’nin tam olarak neyi ima etmek istediğini anlamamıştım. Mösyö Malfroid garip bir adamdı. ‘Köleliğin’ ucu her yere gidebilirdi.
‘Yani biyoloji odasındaki hayvanları besleyecek, bahçedeki büyük kafese yem taşıyacak, ve Ümit’e bakacaksın.’
‘Yo, hepsini yaparım ama Ümit’e bakmam. Gerekirse şerefimle biyolojiden ikmale kalırım ama hiç bir güç beni Ümit’le bir araya getiremez.’
‘Sen bilirsin. Umarım Malfi sadece kafes ve biyoloji odasıyla yetinir.’
Biyoloji kolu başkanı olan Emre’nin fırsattan istifade ederek görevlerini bana yüklemeye çalıştığının farkındaydım. Blöfünü görüyordum. İşimi sağlama almak amacıyla gidip Mösyö Malfroid ile kendim konuştum. Diğer sınavlarda çaba göstermem ve sadece bahçedeki kafese bakmam konusunda anlaştık.
Görevim zor değildi. Okulun bahçesinin bir köşesinde ikiye üç metre boyutlarında bir kafes vardı. İçinde biyoloji kolunun beslediği bir grup hayvan bulunurdu: Kazlar, tavşanlar, kaplumbağalar, beç tavukları, vs. Farklı hayvan grupları için kafese yemler götürüyordum. Bir de ara ara Mösyö Malfroid’nın yemesi için Beç tavuklarının yumurtalarını topluyordum. Bu işimin en zor kısmıydı. Bunlar bildiğimiz çiftlik tavukları değillerdi. Yumurtalarını sonuna kadar savunuyorlardı. Bir çöp bidonu kapağını hem savunma, hem de tavukları korkutma amaçlı kullanıyor, çıkan arbedede yumurtaları (ç)almaya çalışıyordum. Tanrı’ya şükür, gaga izlerinin hiç biri kalıcı olmadı.
Kafesteki hayat sadece benim için zor değildi. Kazlarla tavşanlar arasında anlayamadığım bir düşmanlık vardı. Çeşitli aralarla kafeste başları parçalanmış tavşan yavruları buluyordum. Bunun görünürde bir sebebi yoktu. Mösyö Malfroid’ya durumu bildirdim, ilgilenmedi. Husumet hiç tavşan yavrusu kalmayana değin sürdü. Belki başka tavşan yavruları olacaktı ama daha önce sessiz kalan Mösyö bu defa araya girdi:
‘Ala tavşanı evime getir.’
Mösyö Malfroid okulun yanındaki sokakta oturuyordu. Bu yüzden tavşanı oraya götürmek işten sayılmazdı. Tavşanı kapıp biyoloji hocamızın kapısını çaldım. Kapıyı yardımcısı açtı, usturuplu bir şekilde tavşanı kucağımdan alıp, mutfak balkonundaki küçük bir kafese kapattı.
‘Tavşanı ne zaman geri götüreceğim?’
‘Gerek yok, tavşan yarın akşamki yemeğin menüsünde var.’
Bilmiyordum. Mösyö Malfroid’nın tavşanı yemekte kullanmak üzere evine getirttiğini bilmiyordum. Bilsem, ne yapardım, onu da bilmiyorum. Biyolojiden geçmem Mösyönün iki dudağı arasındayken bir deliliğe cesaret edip edemeyeceğimi kestiremiyordum. Tek bildiğim ala tavşanı bir daha görmeyeceğimdi.
...
Mayıs ayı gelmişti. Çabalarım meyvalarını veriyordu. Sınıfta paleontoloji kelimesinin anlamını bir tek benim bilmem, sınavda Lamarck üzerine sayfalarca yazmam biyoloji hocasının benden talep ettiği çabayı gösterdiğimi kanıtlıyordu. Tam bu işten yakayı sıyırdığımı düşünürken Mösyö Malfroid beni huzuruna tekrar çağırdı:
‘Ümit’i evime getir.’
‘Mösyö, bunu benden isteme.’
Bazen Malfroid ile senli benli konuştuğumuz olurdu ama o iplerin kimin elinde olduğunu bildiğinden bundan alınmazdı.
‘Çok geç. Bu öğleden sonra getir. Küveti hazırlamış olacağım.’
Ümit’i götürmek benim tek başıma kotaracağım bir iş değildi. Yardım etmesi için okulda Emre’yi aradım. Bulamadım. Bir olasılık, Malfroid’nın Ümit’i isteyeceğini bildiği için ortadan kaybolmayı tercih etmişti. Başka çarem kalmayınca sınıfın iri çocuklarından Şükrü’ye yalvardım:
‘Abi, durum parlak değil. Malfi Ümit’i evine istiyor. Ne olur, bir el at.’
Şükrü keyifli bir günündeydi. Ümit’le sokaklarda yürüme fikri hoşuna gitmiş olmalı ki hemen kabul etti. Beraber o kertenkele suratlının yanına gittik.
Bugün bile Ümit’in dişi mi, erkek mi olduğunu bilmiyorum. İlgimi çekmemişti. Uzak durulası bir yaratıktı; ben de öyle yapıyordum. Yanına vardığımızda havuzundaydı. Kımıldamıyordu. Şükrü bana:
‘Ben çenelerinden kavrayacağım, sen de kuyruğuna yapış. Sonra senden alırım.’ dedi ve tek hamlede timsahı çenelerinden yakaladı. Ben de var gücümle kuyruğunu tuttum. Cüce timsah Ümit artık elimizdeydi.
Akrabalarına göre boyu oldukça küçüktü: Bir metreden sadece biraz fazlaydı. Ama o kendini timsah olarak kabul ediyor ve öyle davranıyordu. Biz de gereken özeni ve saygıyı gösteriyorduk.
Ümit’i koyabileceğimiz bir kafesimiz yoktu. Bu yüzden Şükrü onu çenesinden ve kuyruğunun başladığı yerden tutarak kucağında taşıdı. Bense kapıları açıyor, fazla meraklı küçük sınıfları hayvandan uzaklaştırıyordum. Okul dışına çıkınca rahatladık. Yürürken bir ara Şükrü:
‘Dikkat ediyor musun? İnsanlar karşı kaldırıma geçiyorlar.’ dedi. Gerçekten de ne taşıdığımızı görenler ya yola çıkıp bize yer açıyor, ya da soluğu diğer kaldırımda alıyorlardı. Onların hallerine bıyık altından gülerek Malfroid’nın evine gittik.
Bu sefer emindim: Ala tavşanın başına gelen Ümit’in başına gelmeyecekti. Ümit okulun sembolüydü; Malfroid gibi vurdumduymaz biri bile ona dokunmaya cesaret edemezdi. İçeri girip, su dolu ve ısıtılmış küvete Ümit’i bıraktık. Bundan sonrası bizi ilgilendirmiyordu, bir an önce çıkıp okula döndük.
Tatiller dönemlerinde timsah okulda kalıyordu. Biyolojiden ikmale kalmış öğrencilerden biri düzenli olarak onun havuzuna geliyor ve Ümit’i besliyordu. Eğer okula gelinemeyecekse gönüllüler Ümit’i alıp evlerine götürüyor, bir iki günü geçmemek şartıyla küvetlerinde besliyorlardı. Biyolojiden geçmiş olduğum için ben buna asla yanaşmadım.
Ama yanaşanlar vardı. Tatil dönüşünde, Cengiz’in yazın ağabeyiyle beraber Ümit’i Caddebostan’a götürüşünün hikayesini dinlemiştik: Yapacak hiç bir şey yokmuş gibi hayvanı kiraladıkları bir sandalla gezintiye çıkarmışlar. Sandalda Ümit rahat durmamış, ağabey ile kardeşin bir boşluğundan faydalanıp kendini denize atmış. İkisi de boylu poslu olan kardeşler küreklere asılmışlar, bir süre Ümit’i takip etmişler. Timsah o dönemlerde açık olan Caddebostan plajına yaklaşınca bir ağızdan bağırmaya başlamışlar:
‘Ağbi! Ağbi! Timsah geliyor.’
Söylediklerine bakılırsa lafı edilen ağabey önce kolunu kaldırıp ‘Siz ne diyorsunuz lan!’ nın sunturlu versiyonunu söylemiş ama sonra kendisine doğru yüzen bir cismi görünce panik olup, kıyıya kulaçlamaya başlamış.
‘Ee? Sonra nasıl yakaladınız hayvanı?’ diye soranlara Cengiz:
‘Deniz suyu soğuk gelmiş olmalı ki, bir süre sonra hayvan hareketsizleşti. Biz de yanına varıp, sanki bir paketi kucaklarmışcasına çekip çıkardık.’ yanıtını veriyordu.
...
Bir gün Emre gelip ‘Ümit ölmüş!’ dedi. Şaşırmadım. Asıl şaşırtıcı olan İstanbul’un göbeğinde, bir alay yeni yetmenin elinde bu kadar yaşamış olmasıydı. İçimden ‘Üzüldüm’ demek gelmedi.
‘Eceliyle mi ölmüş?’
‘Yok, havuzunun ısıtıcısının elektrik kablosunu ısırmış.’
Belki kazaydı, belki de ümidini yitirip bu duruma bir ‘Dur!’ demek istemişti. Ümit’in aklından o anda neler geçiyordu, bilemedik. Ama Ümit hayatlarımızdan çıkmıştı. Ya da biz öyle zannediyorduk.
...
‘Sırayla Ümit’i alıp evinizde saklayacaksınız.’
O yaşlarda Mösyö Malfroid’nın isteklerinin kulağa ne denli gerçeküstü geldiğini farketmiyorduk.
‘Niye Mösyö?’
‘Ümit’i okul müzesi için dolduracağız. Doldurulana kadar çürüyüp bozulmaması için evinizdeki derin dondurucularda saklayacaksınız.’
Birbirimize baktık. ‘Ben yokum!’ dedim. ‘Bu sene biyoloji dersi de almıyorum; hiç bir güç beni buna zorlayamaz.’
Kimsenin de beni zorlamasına gerek kalmadı. Birkaç tane gönüllü bulundu. Niye böyle bir şey yaptılar, bunu hala çözemedim. Ama Ümit’in doldurulmadan önceki son bakıcılarından birinin buzluğa ne koyduğunu annesine söylememiş olmasının büyük bir hata olduğunu hatırlıyorum.