17
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2183
Okunma

Hayat, bize sunduğu olasılıklar içindeki gerçekleri yazgının harmanına ekleyen bir garip elçi… Bizlerse dünü yarına karıp andan anlamlar çıkaran gönüllü işçileriz… Emeğimiz yüreğimizden akan teri, erdem, merhamet ve hoşgörü ile bizi yaşama hazırlayan ışıktır…
İnsanın insana sunduğu vicdansızlık bahçesinde ya çocuklardır mağdur olan ya da hayatın son basamağına yaklaşan yüreği yorgun yaşlılarımızdır… Bir süre önce Niğde Gazi İlköğretim Okulunun sosyal etkinlik programı dahilinde düzenlenen huzurevi ziyareti benim için unutulması çok zor duyguları ekti ruhuma... Gittiğim huzur evinde hissettiklerim beni hem ürkütmüş hem de insan kelimesinin evlat kelimesinin bendeki manasını bir kere daha sorgulatmıştı…
Baharın yüreğimize takılan kanadının verdiği coşkuyla hoş bir sosyal etkinliğin gönüllü elçisiydim o gün! Huzurevinin kapısına yaklaştığımız an geçireceğimiz günün özetini peşin peşin hazırlıyordu kelebek gönlüm… Nereden bilebilirdim ki adımımı attığım an da yaşamın en gerçek havasını burada soluyup nefessiz kalacağımı ve o nefesimin beni analarını babalarını yalnızlığa terk etmişler adına utandıracağını!
Kapıyı genç, bakımlı, güler yüzlü bir ilgili açtı… Sanki sûni bir çiçek bahçesine sûni can suyu veren bekçi gibiydi ben de bıraktığı iz… Şaşkın bakışlarım kasvetli ortamın gölgesine teslim etmişti hüzünlü penceresini… Yaşlı insanların sığındığı, yaşamın son anlarının mecburiyetten sığdırıldığı o çatının gizemine atarken adımlarımı tedirginlik sarmıştı benliğimi…
Açık pencerelerden rüzgârın esişine kendini bırakan kahverengi perdelerin çığlığını duyar gibiydim… Ortamdaki yalnızlığın sarmaşıklarına isyan eden bütün eşyalar sanki hep bir ağız olmuş figan ediyordu… Koltukların rengindeki yorgunluktan bizi ağırladıkları tiyatro salonunun duvarlarına kadar her ayrıntı huzurevi sakinlerinin sessiz ve dipsiz hıçkırığını sallıyordu sanki hayat salıncağında…
Bir amca dikkatimi çekmişti… Atatürk’ün kaşlarına benzer kaşları, kıyafetindeki özen ve bakışlarındaki gururun arkasına sakladığı hüzün!... Onlarca yaşlı insanın içinde onun yanına gitmek için çırpınan çocuk yanıma engel olamadım…
Yavaşça dizlerimin üzerine çöktüm amcayla göz hizalarımız aynı seviyeye gelince artık kaşlarının gölgesine sığdırdığı gözlerindeki feri görebiliyordum… Heybetli vücuduna denk koskocaman elleri vardı… Sağ eline uzanıverdi biraz ürkek biraz da endişeli ellerim… Yumuşacıktı elleri ama titriyordu…
_ Amcacığım merhaba… Nasılsınız?
_ Hoş geldiniz kızım…
Hal hatır sorma muhabbetinin ardı benim şiirsel cümlelerime bıraktı yerini… Sonra bir bakmışım ki kurduğumuz cümleler birbiriyle yarışıyor sanki ne kadar acele edersek o kadar iyi hissedecektik kendimizi! Çünkü o da biliyordu ki hayata geç kalmanın acısını hiçbir cümle tamamlayamıyordu… Onu tamamlayacak cümleyi aramak mıydı acaba telaşlı sohbetimizdeki amaç…
Huzurevine adım attığım andan itibaren duruşu ile bana verdiği o tarifi mümkün olmayan yıkılmaz bir kalenin surlarındaki ihtişamın sahibinin, gözlerini gözlerimden kaçırışı gözpınarlarındaki yağmuru saklamasına engel olamamıştı… Duyduğum inanılmaz üzüntünün bana verdiği tek şey onun ellerini daha sıkı tutmak ve gözlerindeki ıslaklığa insan yanımın şefkatini vermekti…
_ Yavrularım! 8 tane yavrum var kızım onları büyütürken bir fiske dayak atmadım… Şefkatimi baba yüreğimin onlara sağlayacağı her şeyi sundum onlara… Ama ben buradayım kızım...Ben buradayım! En çok da bayramlarda yalnızlığımı besliyor gözyaşlarım ve bekleyen yanım!
Amcanın feryadı andıran o asil çığlığı hala kulaklarımda… Geleceği teknolojinin o gri soğukluğuna teslim edelim derken acaba insan oluşumuzun bize sunduğu duyguları vicdansızlık çöplüğüne mi bırakıyoruz!
Yoksa dün, katıksız oluşumların avlusundayken daha mı insandık?
Mehtap ALTAN
Mayıs2011