20
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1570
Okunma

“Bunu neden yapıyorsun” dedim. Duymamış gibi elindeki işe devam etti. Çocuk odasındaki son oyuncağı da getirip, yorganın içine soktuktan sonra gülümseyerek yüzüme baktı.
“Hadi uyuyalım artık” dedi. Şaşırdım. İlk kez evinde kalıyordum. Bana kendi yatağını açması tuhafıma gitti.
“Sen nerede yatacaksın” dedim. Yine gülümsedi.
“Elbette seninle.”
Oysa ev genişti. Odalar misafir ağırlamak için müsaitti. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Yatağın duvar tarafında yatan çocuğa baktım. Sonra yorganın içinde küçük bir tümsek oluşturan oyuncaklara.
“Sen rahatını bozma” dedim. “Ben kanepede yatarım.” Yüzü asıldı. Bir süre yatakta uyuyan kızına baktı. Sonra bana döndü. Gözlerimin içine bakarak:
“Olmaz” dedi. “Seni dışarıda bırakmam.”
“Dışarıda mı? Neden dışarısı olsun ki? Salon hemen şurada. Hem merak etme, ben öğrenciyken de kanepede yatardım. Bu bana dokunmaz.”
Yavaşça yatağın kenarına oturdu. Ağlıyordu. “Galiba alındı” diye düşündüm.
“Bir kere dışarıda birini bıraktım, gitti” dedi. “Bir daha bırakmam kimseyi.”
Yanına oturdum. Yanaklarından süzülen yaşları sildim.
Ağlayan bütün kadınlar gibi, dokununca ipeği dökülecek kelebekler gibi narin ve beyazdı yüzü. Çok kederli insanlara mahsus çizgiler vardı göz kenarlarında.
“Üç yıl önceki selde kızlarımdan biri öldü. Diğeri benim yanımda uyuduğu için kurtuldu. O gün bugündür yatmadan önce, sevdiğim her şeyi yorganın altına saklarım” dedi.
Onu teselli edecek bir şeyler aradım. Nafile…Kızını göstererek, sessizce konuşmasına devam etti.
“ Susamış bu kız. Su içtikten sonra yatağına gitmemiş, benim yanıma gelmiş. Ah bir bilseydim, bilemezdim ki…”
“Bu senin suçun değil. Evet, bilemezdin.”
“ Üç yıldır her gece ‘acaba ölürken anne diye çağırmış mıydı’ diye düşünmekten uyuyamıyorum. Bunu anlayamazsın. Ya bana seslenmişse, cevap vermediğimi görünce üzülmüş, korkmuşsa.”
Daha fazla devam edemedi. Elleriyle yüzünü kapadı. Yorganı açtım, oyuncakları özenle bir tarafa yığdım. Kızının yanına doğru uzandı. Işığı kapattım ve ona sarıldım.
Uyuyana kadar aralıksız ağladı. Ben ise karışık düşünceler içinde olduğum yerde kıpırtısız yattım.
Sabaha karşı sessizce yataktan kalkıp balkona çıktım. İçimde derin bir sızı vardı. Daha önce hiç yaşamadığım garip bir duygu. Belki acizlik hissi. Belki yalnızlık, ya da onun gibi bir şey.
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Her şey ne kadar da olağan görünüyordu. Bildiğimiz ay, bildiğimiz yıldızlar…Her şey ne kadar sıradan ve ne kadar düz…Ama gerçekte hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını hissediyordum. Dünyanın kim bilir neresinde -işte tam da şu anda- bir insan - belki bir zenci, ya da bir fahişe ya da bir çocuk- çıkmaz bir sokakta kıstırılmış, öldürülmek üzereydi. Kim bilir hangi trajik sözcüklerle, merhametsizden merhem dilenmekteydi. Kim bilir hangi yatalak evinde çıkan yangını dehşet dolu gözlerle izliyordu. Kim bilir kaç hasta son nefesinde tanımadığı bir varlıkla pazarlık ediyordu. Kim bilir kaç aç vardı bir yerlerde…Bir an hepsinin seslerini duyar gibi oldum. Nefesim kesildi. Sonra utandım. Dert dediğim şeylerden, isyanlarımdan, varlığımdan……
Yıldızlar, yekûn çokluklarıyla Ay’a nispet yaparken, bulutlar, bütün yalnızların hamisi olan yüce Yaratandan emir almışçasına, o doyulmaz ışığın etrafında kümelenmekteydi. Kim bilir kaç biçare, kırık dökük penceresinden gökyüzünü izlerken, semadaki olağanlığı kendi karalanmış mihrabına yoruyordu şu an…
Her öksüz aynı şekil gözyaşı döker, keder pınarı hangi cinsten olursa olsun. Her yalnız, aynı göğe bakar geceleri, özlediği kim olursa olsun.
Hafifçe eğilip balkon demirine yaslandım. Gecenin örttüğü ne varsa aşikar olmuştu bir anda…Belki bin yıl önce, işte tam da bu yerde, yitip gitmiş bir varlığın çığlığı kulaklarımı yırttı. Sonra başkaları eklendi ona…
Evlere baktım. Uzaklardaki yakınlardaki, karanlık ya da aydınlık bütün evlere. Bir an, belki birkaç saniye, belki daha az bir an, karşı binanın balkonunda bir kadın gördüm. Gözyaşları yüzündeki yara kabuğunun altına sızarken kadının, Ay utancından bir bulut parçasıyla yüzünü örttü. Rabbinin omuzlarına oturttuğu meleklerden biri, yanaklarındaki damlaları sayarken, diğeri küçük cep defterine zulmü kaydediyordu.
“Bana ne oluyor” dedim. Gözlerimi kapattım. Sonra bir çift ayak sesi duydum. Derinden ve sessiz…Korktum. Daha çok sıktım göz kapaklarımı. Birinin bana doğru eğildiğini hissettim. Eğildi, eğildi ve tam burun hizamda hızlandı solukları. Bildiğim bütün duaları okudum. Hatta, yarım yamalak hatırladıklarımın da boşluklarını anlamlı medet sözcükleriyle doldurarak okudum.
Sonra ezgili bir sesle konuşmaya başladı gelen.
“Gürültüyle yıkılırken ince bir ruh, komşular yastıklarıyla kulaklarını kapadı. Gören, “görmedim” duyan, “duymadım” dedi de; bıçakla oyula oyula, çıplak bir kadın heykeli dikildi o gamlı eve. Oysa, annesinin gözyaşıyla suladığı küçük bir ıhlamur fidanıydı o…Heykel, artıklarını paspasın altına süpürdü sabahları, sonra içli türküler söyledi, sonra geceleri ağladı…
Her gece, açık bir pencere önünde, zevke göre oyulmaya, bıçağın bedeninden koparıp yere attığı yongalara baka baka ağlamaya, talih, dedi kadın…Sen ve diğerleri susarken, o gerçekten susadı.”
Kimse görmese de Allah görüyordu…Bir de küçük bir melek, zulmü cep defterine kaydediyordu…”
Aynı adım sesleri yine aynı sessizlikte çekilip gitti. Yavaşça gözlerimi açtım. Her şey olağan görünüyordu. Karşı binada yaşlı bir kadın, pencereden seccadesini silkeliyor, hemen alt katındaki fırıncı, deposundan çıkarttığı un çuvalını sırtlanmış, karanlık bir sokağa doğru gidiyordu.
“Sen iyi değilsin dostum” dedim kendi kendime. " Galiba yaşlanıyorsun ve büyükbaban gibi hayaller görmeye başlıyorsun."
Arkama yaslandım ve nedensiz bir şekilde ipte asılı çamaşırlara baktım. Belki de sandığım kadar nedensiz değildi bakışlarım, bilemiyorum. Belki yaşadığım korkudan sıyrılabilmek için, hareket eden bilindik bir şeyler görmek istemiş olabilirdi gözlerim. Aslında kabustan uyandığım geceleri yaptığım gibi, kalkıp radyoyu açmak ve insan sesi duymak istiyordu canım.
Çamaşırlar, sabah rüzgarının ıslığında ve ıssızlığında çırpınıyorlardı. Kolları aşağı gelecek şekilde asılmış kazaklar bana, yola atlayıp, gördüğü ilk araçtan yardım isteyen bir adamı düşündürdü. Çoraplar, havada asılı kalmış bir insanı…Mandallara kinle baktım. Çamaşırların bütün biçareliğine rağmen, onlar ne kadar da metin duruyorlardı. O an yeryüzünün bütün zalimleri birer mandalmış gibi geldi bana. İnsanlık namına kalktım ve bütün mandalları topladım. Çamaşırlar ahenkle uçup gitti sokak aralarına doğru…
Arkamı döndüğümde, kadının ölgün gözlerle bana baktığını gördüm. Hiçbir şey konuşmadan, oyuncak dolu yatağa girdik ve gözlerimizi kapattık.
...ENGİNDENİZ...