12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1672
Okunma

TEK KURŞUN
Hakkâri ili Yüksekova ilçesi…
… Jandarma sınır karakolu...
17.03.1990…
Mor dağlar…
Günler boyunca süren kar; yaklaşık dört metre civarına ulaşmış, karakolun giriş kapısının hemen arka kısmında asılı duran termometrenin ibresi eksi kırk dereceye yaklaşmıştı. Tipi eşliğinde yağan karın sonrasında; tüm tabiat, karın soğuk ve beyaz esareti altında derin bir uykunun kollarında yuvarlanıp gitmişti.
Görünürde canlılığını sürdürebilen tek varlık, bayrak direğinde asılı duran al renkli Türk bayrağı ile beraber, onun hemen ilerisinde nöbet bekleyen asker Sercan’dı.
Asker Sercan bakışlarını mor dağlara yöneltti.
Karın kör edici beyazlığı ile beraber koca dağ üzerine doğru gelir gibiydi. Gözlerini kıstı. Dağ heybetli duruşu ve içinde gizli saklı tuttuğu onca sırlarıyla aynı zamanda insanda merak uyandıran hikmetiyle kendisine bir an devasa gibi göründü.
Karın yaktığı beyaz çehresi; karanlığın derinliğinde küçülmüş, deniz mavisi gözleri pusuda bekleyenlere has bakışı ile müphem yerlerden gelecek adımları kolaçan ediyordu. Yeniyetme delikanlılığın o vazgeçilmez heyecanını, uzun zamandır beyaz karın altına oradan da kara toprağın dibine gömmüştü.
Başıbozuk şövalye ruhu ile birlikte yaşadığı yirmi senesi çok uzaklarda, kuş tüyü yastığının lavanta kokan kumaşının liflerinde kalmıştı.
Baba ocağında…
Burası ise asker ocağıydı.
Mor dağların bağrında yakılan ağıtların kulakları çınlatan çığlık sesleriyle…
Kurak toprağın her daim, kan kokan tütsülü buğusuyla…
Arkanızı bir saniye dahi dönmeye ramak kalmadan, ölüm dansını yapan Azraillin kol gezdiği vatan toprağı…
Dondurucu soğuktan korunabilmek için ellerinde takılı olan eldivenin altındaki derisini hissetmiyordu. Ne hikmetse sağ eli diğerine göre daha canlı ve ılıktı. Bunun sebebini parmağında takılı olan alyansına yordu.
Baba yadigârı alyansı otuz dokuz gündür parmağında taşıyordu.
O acı günde; hastanenin morgunda küçük bir poşet içerisinde eline tutuşturduklarında babasının özel eşyalarını, nutku tutulmuştu.
Ölmek böyle bir şey olsa gerek diye düşünmüştü.
Küçük bir poşet parçası…
Babasının tüm hayatı ve yaşadıkları o poşet parçasının içerisinde hapsedilip; işte bu kadar her şey deniliyordu.
Gayri ihtiyari alyans halkaya dokundu. Garip bir şekilde hissediyordu, altının dokunduğu teninden kalbine doğru nüfus eden ılık sıcaklığı.
Babasının sıcaklığını…
Hastanede parmağına geçirdiği alyansı bir daha hiç çıkarmamak yeminiyle, bir hafta sonrasında anacığını ve küçük kız kardeşini dayısına teslim edip, asker ocağının yolunu tutmuştu. Otobüsün her kilometreyi deviren tekerleklerine inat, ayakları bir o kadar gerisin geri giderek geride kalan ailesine doğru adım atıyordu.
Beyninin içindeki sesi inledi, sessizce.
_ Ah! Mor dağlar…
Dudaklarından sessiz ve elemli kelimeler dökülüverdi.
Dağlar seni delik delik delerim.
Kalbur alır toprağını elerim.
Elerim aman aman dumanlı dağlar
Sen bir kara koyun bende bir kuzu,
Sen döndükçe ardı sıra melerim.
Dağlar senin ne karanlık ardın var.
Lale sümbül boynun eğmiş derdin var.
Elalemin vatanı var yurdu var,
Benim yurtsuz kalışıma neydeyim.
Midesinden boğazına doğru katran karası acılığında bir tat, gelip oturdu dilinin orta yerine. Buz gibi esen bir yel şımarıkça yayıldı kirpiklerinin ucuna. Kirpik uçlarındaki minik buz taneleri düşüverdiler aşağıya doğru.
Memnunsuz ve küskünce…
Aklına düşüverdi ansızın, anacığının o meşhur tarhana çorbası.
Soğuk kış geceleri kömür sobasının üzerinde kaynayan çorba tenceresinden tüten buhara iştahla bakardı. Sonrasında; buharı tüten çorbaya köy ekmeğini katık yapıp afiyetle yer, sofranın etrafında babasının askerlik hikâyelerini anlatışını ağzı bir karış açık dinlerdi. Yetmez ikinci tabağını anacığına uzatır karnını tıka basa çorba ile doldururdu. Babasının anlattığı askerlik anıları ninni gibi gelir, bir saate kalmaz sobanın kenarında, kedi gibi kıvrılıp uyumuş olurdu.
Lakin…
Katran karası acı damağında pelesenk gibiydi. Geçmişinin vazgeçemediği tadı, Sercan’a şimdilerde olmuştu çok eski bir dost.
Ama sadece bir dost…
Tatmayı arzulayıp ta bir türlü kavuşamadığı bir dost tadı…
Anacığının namlı tarhana çorbası…
Karanlığın en kuytu, en sinsi, en kahpe anında…
Önce patlayan bir el silah sesi duyuldu.
Mor dağlar ile beraberinde karın insafsızca altında kalmış toprak parçası yerinden oynadı.
Sercan bulunduğu bayrak direğinin önünde…
Önce bir silah sesi duydu. Nereden geldiğini anlayamadan.
Anlamaya çalışırken sendeler gibi oldu.
İlk aklına gelen başının döndüğü oldu.
Kar kaplı toprağa devrilirken ensesinden aşağıya tarhana çorbası sıcaklığında bir ılıklık hissetti.
Yanıldığını anladı.
Vurulmuştu.
Gayri ihtiyari eliyle parmağındaki yüzüğü yokladı.
Gözlerinin önünde babasının hayali canlandı.
Altın alyans yavaşça sıcaklığını kaybediyor muydu?
Bunanlıklaşan hayallerinin önüne, etrafta koşuşan asker arkadaşlarının silueti belirir gibi oldu.
Ortalıkta kızılca kıyamet kopuyordu. Kulağının dibinde ardı sıra patlayan silah sesleri, karşıdaki Mor dağları uykusundan uyandırıp Sercan’ın üzerine doğru seğirtiyordu.
Dağ geldi güçlü kollarıyla Sercan’ı sarıp sarmaladı. Cehennemin içinden çıkarıp çok uzaklara baba ocağına doğru yol aldı.
Mor dağlar ana kucağı gibiydi.
Sercan kapanmayan göz kapaklarıyla beraber, gençliğinin hiç yaşanmamış baharında yarım kalmış yaşanmışlığıyla bu vatan toprağında ebedi uykusuna çoktan geçmişti.
Babasına kavuşmanın mutluluğu…
İle…
Anacığına ve küçük kız kardeşine duyduğu merakın ve hasretin acısıyla dopdoluyken…
SEVİLAY DİLBER