8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1001
Okunma

Orta kattan kuş evinin bulunduğu üçüncü kata çıkan merdiven başındaki kapı hep kapalı olurdu. Hem kış günü koca sofayı ısıtmak zor olduğundan, hem de küçüklerin inip çıkarak oyun yaparken düşüp, canlarının yanmaması için.
Kuş evi, ailenin fazla eşyalarını sakladığı sandık odası tabir edilen odanın yanında, orta büyüklükte bir oda. İçerisinde kimi beyaz, kimi kurşuni, benekli olanların kurumlanarak paçalı güvercinlere hava attığı, güvercinlik.
İlkbahar geldiği zamanlar, kimi kuluçkada, kimi de yavrularını doyurma peşinde.
Tabii onların yanına, sadece sahibi olan Solmaz girebiliyor.
Kuş evinin, oda kapısının yanında bulunan pencereden, hastanedeki yeni doğan ünitelerindeki bebekleri seyreder gibi, kuşları izleme imkanı buluyordu, küçük ziyaretçiler.
Sıkılınca bir süre sonra, yeni oyunlar icat etmek üzere, paldır küldür, alt kata koşarlardı.
Kış günü, konağın içinde, ya ebecilik, ya da saklambaç oynanırdı. Tabii birçok odası, geniş merdiven altları, yüklükleri, alt katın çok kullanılmayan kısımlarıyla, bir kere saklananı bulmak, oldukça zordu.
Küçük kızın en sevdiği ziyaretler, yazın geniş meyve bahçesinde, çimenlerde oynadıkları, ilkbahar ve yaz aylarıydı.
Hikmet kendinden birkaç yaş büyük ağabeyleriyle, bazen küçük çukurlar kazarak misket oynar, bazen de :
-Sen kızsın, eline vurursun diye,
Çekiç ve çivilerle tahtadan yaptıkları oyuncaklarla uğraşırken, ona yalnızca izlemek düşerdi.
Bir kere kendi başına tahtaya çivi çakma macerası, uzun bir ağlama faslı, moraran bir parmakla sona ermişti.
Çimenler sararmaya, meyveler olgunlaşmaya başladığında, keyiflerine diyecek olmazdı.
-Ham meyve yemeyin, karnınız ağrır ikazlarına rağmen, dalından koparma sevdasına, ham olgun ayırmadan, ne bulurlarsa ve elleri yetip koparabilirlerse, onları yeyip, saatlerce kıvrandıkları da olurdu.
Adam boyunu geçen, zümrüt yeşili başaklarıyla mısır bahçesi, süt mısırı arama çabalarıyla, hasara uğrar, enselerinden giren püsküllerin kaşındırmasından, büyüklerine yakalanırlardı.
-Siz yine mısırların arasında mı dolaştınız sorusu, çoğu zaman cevapsız kalırdı.
Ailece, trenle Sapanca’ya yapılan piknikler, o dönemler çok daha berrak ve temiz olan gölde, karabatak gibi oynamalarıyla devam edip, yemyeşil çimenlerde koşturup oynayarak, temiz hava bol oksijenle, enerjileri tükenene kadar atlayıp, zıplayıp, dönüşte trende yorgunluktan uyuyup, büyüklerin, yataklarına taşımasıyla sona ererdi.
Yıllar önceye kayan düşüncelerinden bir anda silkindi.
O mutlu çocukluk yılları ne kadar gerilerde kalmıştı!
Kendisi henüz onüç, kızkardeşi de sekiz yaşındayken, iki yıl süren ağır bir hastalığın ardından babalarını kaybetmeleri, babasının, artık onların büyüyüp genç birer kız olduklarını, evlenip çoluk çocuk sahibi hanımlar olarak yaşama devam ettiklerini göremeden devam ediyordu.
Babasının vefatında o tonton büyük dayı ve yengenin, hiç yıkılmaz sandığı o koca cüssesinin, yeğen acısıyla nasıl ufaldığını, gözlerinden yağmur gibi inen yaşlarla, yeğenlerini kucaklayışını küçük kız hiç unutmadı.
Takip eden yıllarda, konağı satıp, İstanbul Doğancılar’da yine daha küçük bahçesi olan, şirin müstakil eve, anne ve kız kardeşiyle yaptıkları ziyaretlerde, hep bir yanları eksikti.
Büyük dayı ve yenge çocuklarını evlendirmiş, aileden ayrılanların acısıyla belleri daha bir bükülmüştü sanki.
Yeni evli olduğu yıllarda, babaannesinin vefatı, artık genç bir hanım olan küçük kızın, dayısını ziyaretleri, daha hüzünlü geçiyordu.
Sonraki yıllarda dayı ve yengenin birbirini takip eden aralıklarla vefatı, ayrılıkların hüznü içine işlemişti.
Mutlu bir evliliği, beyefendi, asil kişiliğiyle çok sevdiği eşi ve çocuklarıyla hayat koşturmacasını devam ettiriyordu.
İki oğlunu evlendirmiş, gurbette olan torunlarıyla nette, telefonda hasret girererek hayata devam ediyordu.
Bir tatil günü, televizyonda Haydarpaşa tren istasyonundaki yangın haberini duyunca, elindeki kahve cezvesini mutfak mermerinin üzerine bıraktı. Gözleri ekrana kilitlenmiş, güzel bir haber alırım ümidiyle, o gün haberlerden kendini alamadı. Elinde olmadan, yaşlar sessizce süzülmeye başladı gözlerinden.
Orada yanan onun geçmişi, babası, dayısı, konak, tren yolculukları, anıları, kısacası çocukluğuydu. Babasıyla çok kısa süreye sığdırdıkları birliktelikleriydi.
İster ihmal olsun, ister sorumsuzluk, ya da kasıt, kimbilir daha ne kadar insanın yanan anılarıydı Haydarpaşa. Şu an hatıralarda kalmış, şen bir çocuk kahkahası, mutlu bir aile tablosu, gurbet yolunun başlangıcı, ayrılan sevdalıların buluşma ümidi olan noktaydı.
Yapılması kimbilir kaç yılları alır, eski haline döner mi bilinmez ama, Anadolu yakasındaki ziyaretlerde, özellikle tren yolculuğunu seçmesi gelin ve torunlarıyla, sırf o güzel anılarını tazelemek için olduğunu, sadece kendisi biliyordu.
29 Kasım 2010 İstanbul