39
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2870
Okunma


(Bu fotoğraf sizin de hüzünlenmenize sebep oluyor mu? Siz de o eski kaldırımlara bakınca çocuk olmak istiyor musunuz? Bu evdeki sır, huzur, samimiyet bence hiç bir villada yok. Bu yazı gördüğünüz fotoğraftan ilhamla ve hayal meyal hatırlanan üç beş anıyla yoğrularak yazılmıştır.)
Uzun tasvirler gerektirmeyen bir mahallede yaşıyorduk. Evler iki katlı, ahşap, yollar toprak, ağaçlar bildiğimiz ağaçlar…Bu mahallenin, yazı veya kışı da tablo değerinde değildi. Belki de, yağmurun ve karın romantik bulunduğu bir zaman değildi. Kiremidi kırık çatılardan sızan yağmur, yataklarımıza damlardı, sabahı üç beş leğenle ederdik.
Kadınlar göbekli ve al yanaklı, erkekler kaytan bıyıklı ve çatık kaşlıydı. Sabah, tavuk sesleri korna seslerine karışır, öğleye doğru haylaz çocuklar mahalle savaşları çıkartırdı. Kızlar, sofra bezini silkelemek maksadıyla cama çıkar, anaları yokluklarını fark edinceye değin sokaktan geçen delikanlıları süzerlerdi.
Bu mahallenin, adına türküler yakılacak bir çeşmesi bile yoktu. Kadınlar alüminyum ibriklerini mahalle camisinin duvarındaki kırık borudan doldurur, rast gele akan suyun çamura buladığı cami avlusundaki ihtiyarlar, kadınları görünce bozulur, söylene söylene camiye girerlerdi.
Öğle güneşinde, camdan cama gerilen iplerdeki çarşaflar, sokağı Çiti kokusuna boğar, çarşafların hareketli gölgesinde top oynayan çocuklar, bir yandan da pencerelerdeki kadınları kollarlardı. Akşama doğru Çiti kokusu kaybolur, top iziyle desenlenen çarşaflar yüz kızartmayan küfürlerle tekrar leğenlere doldurulurdu.
Her kadının bir yeleği, en az bir tane çiçekli basmadan eteği, kolları kolalı dantelden yapılmış beyaz gömleği vardı. Öyle ki, düğün yerlerinde kocalar, birbirine benzeyen kadınlar arasından karısını seçmekte zorlanırlardı.
Endamı tasvirlere sığmayacak güzellikte Leylaları yoktu bu mahallenin. Ya da dillere destan aşkıyla mecnunları… Anneler komşu gezmesinde kız beğenir, oğullar itirazsız gösterilen kızı severlerdi. Kızlar kınalı parmaklarıyla avluda çeyiz dokur, geceleri yatmadan önce nişanlıdan gelen mektupları okurlardı. Bir türlü sevemeyen ve kaderine itiraz edemeyenler ise, nikahtaki kerameti beklerlerdi.
Her genç kızın rüyası Zetina dikiş makinası o zamanlar sadece terzi Rahmiye’nin kızı Zehra’da vardı. Zehra, özenle işlediği beyaz iş örtüleri bin bir çalımla pencereye asar, aynısından isteyen kızlara metresi kırk paraya çeyizler yapardı.
Her genç kızın bir rüyası da, İstanbul’a gelin gitmekti. Fatih’in pür nur ile ihtişam giyinip, taşlı surlarından girdiği gibi, ak gelinlikleriyle o kentin nüfusuna girmeyi hayal ederlerdi. Bu yüzden kaç baba, sırf İstanbul’lu diye kızını yoktan bir çulsuza verdi. Bin bir naz ile çeyizine İstanbul’u dokuyan kızlar, bu kente bulaşır bulaşmaz, ilk evvela parmaklarındaki kınayı silerdi.
Ne vakit bir İstanbul gurbetçisi izne gelecek olsa, amcamın izmarit kokulu kahvesinde iskambil hışırtısı susar, herkes, gurbetçinin dudaklarından dökülen, yarısı aç yalanlarla katıklanmış, bilmem kaçıncı baskısı yapılmış ve hepsi birbirine benzeyen İstanbul hikayelerini, Cebrail’den vahiy gelmişçesine hayretle dinlerdi.
Akşamlar da dertli bir meyhane şarkısına konu olacak cinsten değildi. İkindiden sonra sokağı buram buram mercimek kokusu sarar, kadınlar kuruyan çamaşırları toplar, oyunun sonucuna itiraz eden çocuklar birbirlerinin kafasını yarardı. Sonra akşam ezanıyla çoluk çocuk eve girer, köpek kapıp götürmesin diye ayakkabılar içeri alınır, keten perdeler çekilir, adamların kahveden dönüşleri beklenirdi.
Kahvede haber izleyen adamların iki ayrı yana oturduğu günler değildi henüz. Haberler IMF den bahsetmiyordu, ama Ecevit vardı, Süleyman, Özal, Erbakan vardı. Bir de Nazmiye, Semra, Rahşan…Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” mesajı yollanmadığı günlerdi henüz.
Yol kenarlarında bulduğumuz Bifa paketlerini “posta kutusu on beş Sirkeci İstanbul” adresine yollardık. Sonra bin bir hayalle bisiklet beklerdik. İstanbul neresi bilmiyorduk, Sirkeci’yi de seyyar satıcı falan sanıyorduk. Aslında hep kendi kendimize soruyorduk, sirkeci bunca paketi neyleyecek diye. Ama çabuk durulurdu zihnimiz. Kırıla kırıla şekli bozulmuş misketlerimizle eğlenirdik.
Sirkeci kimseye bisiklet göndermezdi ama...
Evet, yaşamak zordu. Evet çileydi hayatta kalmak. Ama bir tadı vardı çile görünen her şeyin. Oyunların oyuncakların, elde yıkanan çamaşırların, toplu halde yufka açmaların, tadı bambaşkaydı.
Şimdi mükemmel eşyalarımız var. Yapma çiçeklerimiz, çay makinelerimiz duvarlarda ilham verici tablolarımız var. Bir yerden bir yere ulaşmak her aradığını aynı markette bulmak kolay. Ama eski güzellikler de yok olup gitmiş çilelerimizle beraber. Misketlerimiz yok. Bifa var mı hala, ya Zetina dikiş makinası…Posta kutusu on beş Sirkeci İstanbul da kim yaşıyor?
Metalik bir dünyanın koynunda, yalnız ve hastalıklı kişileriz artık. Sevmeyen, tahammül edemeyen yüreklerimiz, bütün dünyaya kapılarını kapatmış.
Anneler kız beğenmeye gitmiyor artık. Aşkın en çılgın haliyle yaşandığı bu dönemde yıkılan yuvalar kurulanlardan çok. Kadınlar anneleri kadar tahammüllü değil çileye. Erkekler babaları kadar sadık değil. Çocuklar çocuk gibi konuşmuyor.
Kimse kanaviçeye, beyaz işe, boncuklu oyalara, dantele tenezzül etmiyor artık. Çeyiz sandıkları modadan kalktı. O sandıklarla beraber neler neler yok oldu aslında…Masum hayaller, katıksız sevgiler, ana öğütleri, neler neler…
Sokaklar türlü çiçeklerle süslenmiş. Çamurlu mahalle yolu kalmadı. Her evde musluk var. Bakkallar çoktan çekildi mahallelerden. Kalanlar ise veresiyeyi kesti.
Görüyorsunuz ki, bugün için kurabildiğim cümleler bile kısa, kuru ve duygusuz.
Bu ara bunu çok sık düşünüyorum: Ne yapsam da annemden hatıra “eski” hayatı yaşatabilsem. Pencereme, balkonuma toprak saksılarda çiçek dikip, yatağıma kanaviçeler sermek dışında yapabileceğim bir şeyler olmalı.
Geri gelmez değil mi eski günler? Dostluklar, komşuluklar kardeşlikler, çocukların cıvıldaştığı toprak kokulu o sokaklar, hep aynı giyinen o kadınlar, çatık kaşlı ama her dem saygıdeğer o adamlar?
Gittiler…
...ENGİNDENİZ...