6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1417
Okunma

ELENA
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur zaman içinde cinler cirit oynarken eski hamam içinde.
Yeşil ile mavi rengin hiç bu kadar birbiriyle haşır neşir olmadığı kainat üzerinde; azgın Fırtına Deresinin üzerine inşa edilmiş Çinçiva köprüsünün civarında kurulu eski dilde Makrevis olan bir Rum köyü varmış. Fırtına deresinin kimi zaman çakır; kimi zaman ise türkuaz mavisine dönüşen rengi ile gözün alabildiği yere kadar uzanan çay bahçelerinin yeşili hiçbir yerde bu kadar ahenkle dans eden renk cümbüşünü oluşturamazmış.
Tıpkı Karadeniz’in o değişken ve delişmen huyu ile kayalara vuran dalga sesleri gibi Fırtına Deresinin akan berrak suyu kulağa hoş gelen tatlı bir musikinin melodisi gibiymiş. Karşı tepelerin yamaçlarında sıra sıra dikili olan çay bahçelerinde imece yapan kızlı erkekli köyün gençlerinin, birbirlerine söyledikleri atma türküler attıkları şen şakrak kahkahalar içerisinde kaybolup gidermiş.
Belümde dirhem kuşak
Saldurmadur saldurma
Sevdiumi alana
Mevlam murat aldurma.
Belimde dirhem kuşak
Püskülleri yumuşak
Oy saha kurban olsun
Türki söyliyen uşak.
Kasabanın adı her ne kadar Rum adı taşısa da burada asırlardır Rumlar ve Müslüman Türkler bir arada yaşamışlar. Karadeniz’in azgın sularında Vira Bismillah nidaları ile beraber atarlarmış ağlarını yakamoz parlayan sulara. Keşanları başlarında takılı, bellerinde peştamallı kadınlar dere kenarında ellerinde tokuçlarıyla beraber döverlermiş çamaşırlarını. Serenderde tüm köyün çocukları birleşir kızdı kayış oynarlarmış. Düğünlerinde beraber tepinirlermiş kemençenin o kıvrak insanın içini gıdıklayan sesi eşliğinde Bakhoz horonunu. Cenazelerini beraber kaldırmışlar her biri kendi bildiği ve inandığı duayı mırıldanarak. Fırtına deresinde kurulu bu köy; heybetli geçit vermez dağlarıyla, sulara sellere karışan sarı toprağıyla, selin alıp götürdüğü nice canlarıyla onların vazgeçemeyecekleri küçük dünyalarıymış.
İşte bu küçük dünyada; süzmeli yeşil gözleri, sırma gibi sarı saçları ile köyün en güzel kızı Elena adında bir Rum kızı yaşarmış. Ay parlaklığındaki yüzünde kıvrımlı dudaklarının tam üst köşesindeki gamzesi gülerken suçiçeğinden farksızmış. Siyah kadifeden yaşmağının altından sallanan örgülü saçları buğday başağı gibi sapsarıymış. Kırmızılı mavili entarisinin altındaki biçimli vücut hatları tıpkı bir yılan kıvraklığında ama bir o kadar da mahzunmuş.
Rum kızı; gece ay ışığı vuran odasında içi saman dolu yatağında yatarken gökteki kayan yıldızları sayar her seferinde aynı dileği sayıklarmış.
Tanrım beni Zifanama kavuştur. Zifaf gecemuzi eyletme geç. Der dururmuş.
Zifana yiğit bir Laz uşağıymış. Karadeniz gibi değişken ve delişmenmiş. Suyundan ve havasından huy edinmiş. Fiş şek gibi delikanlıymış. Gönlü derin ve geniş. Yanık bağrı sevdalıymış Rum kızı Lenaya.
Sabahın çığ düşmüş ışığında uyanırmış erkenden ezan vakti imamın yanık sesi ile. Ne mümkün ki uyumak…
Laz poturunu giyer, kara cepkenini takar sırtına, kukuletasını sararmış dönen başına. Çapulasını geçirdi mi ayağına alırmış yastığının altından köstekli saatini, vururmuş beline kamasını atarmış kendini beyaz atıyla karşı dağın sığ ormanına. Yanan yüreğini soğutmaya…
Lakin ne mümkün ki yürek yangını dursun… İçi kor alevden beter… Akşamın alaca karanlığı vurur gündüzün ay yüzüne, dağları kaplar sis bulutunun hiçliği, döner gelir evinin yoluna.
Anası bilir. Uşağının yanan yüreğinin sebebini… Ağzında bir beddua savurur yüzüne.
Gaybana galasun Rum kızı Elene.
Bilir uşağının yüreği yanar çıra gibi…. Dayanmaz ana yüreği… Yoktur ama bir hal çaresi…
Kız Rum’dur, uşağı ise... Asırlardır görülmemiş böyle bir şey. Verilsin Rum kızı Müslüman Türk uşağına.
Laz uşağı Zifana; başını kor yastığına, düşer durur hülyalara. Yaslamıştır başını Lenanın süt kokan göğsüne. Lenanın göğsü kalkıp indikçe, kokar buram buram dağların tüm kır çiçekleri…
Menekşesi…
Çaresizlik kaplar her ikisini de ayın parlak ışığı altında korkarlar konuşmaya.
Her biri dalar rüyaya. Görürler her ikisi de aynı rüyayı.
Beyaz atın üzerinde Zifana arkasında boz beyaz entarisiyle gelin olmuş Lenası. Elinde kırbacı hızla vurur atına. Hızlandıkça uçuşur etekleri Lenanın.
Korkuyla uyanıp bakarlar ki ter içinde… Tan aharmış samanlık aydınlanmış. Ne mümkün koparsın onu koynundan hiç kimse. Ama nafile, gidecek Rum kızı Lena evine.
Gel zaman git zaman günler su gibi akıp geçtikçe, dereler coşup taşmış gökten yağan yağmur ne var ne yok sürükleyip götürdüğü bir günde acı haber tez elden gelip çatmış Zifananın kulağına.
Köyün deli çobanı Zülkif koşup gelmiş dereden tepeden, deli Fırtına deresini geçerekten.
Uy da az kaldi öleydum da. Koşup geleceğum saha da olanlari duyasun benden.
Zifana elinde girebsiyle odun kesermiş ormanda. Koşup gelen Zülkifi görünce atıvermiş beti benzi. Anında sıkışıvermiş yüreği. Tutmuş Zülkifin boğazından, boğacakmış az kaldı deli uşağı.
Dur hele dur, ne edeysun boğacaksun beni. Saha Rum kizindan haber geturdum. Muthafi köyünden gelmişler da. Lenayı görmeye. Rum Nikos vereceğmuş kizi.
Koca orman dönmüş başı üstünde pervane misali. Vermiş son anda sırtını kestane ağacına, yoksa az kaldı yığılıverecekmiş al aşağıya. Canlanmış aniden güneş misali gözünün önünde Elena. Kapamış gözünü dayanamamış bakmaya peri kızına. Dövmüş azgın yağmurun tokadı yüzünü gözünü, yumulmuş ağacın dibine, kalmış saatlerce orada zavallıca.
Gece olmuş… Aklına koymuş…
Bu gece görecek Lenayı. Yatağında beklemiş ev halkının uyumasını. Geç zaman, baykuşlar dışarıda feryat figan almış eline yağ fitilini düşmüş yola.
Geçmiş, elinde yağ fitili Çinçiva Köprüsünü. Tez zaman ulaşmış, Rum Nikosun çay bahçesine. Derince almış nefesini başlamış bülbül gibi şakımaya. Anında ulaşmış ıslık sesi Lenanın kulağına. Fırlamış yatağından, çabucak ovuşturuvermiş şiş yeşil gözlerini, atmış kendini sessizce sokağa.
Bedenler huzursuz, kalpler mengene gibi sıkışık atılıvermişler birbirlerinin kollarına.
Rum kızı oh Zifanam diye inlemiş. Koyuvermiş gözyaşlarının tuzunu uşağın yanağına.
O gece dolunay parlarken söz vermişler yaratanın huzurunda. Kaçırıverecekmiş Elenayı bu işin sonunda. Sözleşmişler yarın gece için, tan ağarırken Çinçiva köprüsünün altında buluşmaya.
Önce elleri buluşmuş… Dayanamamışlar yıkılmışlar aşağıya. Sadece dolunay şahitmiş olanlara…
Zaman su gibi akıp geçmiş. Başlamış tan yeri ağarmaya. Lakin gök delinmiş. Azgın yağmur başlamış, ormanı, toprağı, evleri dövmeye. Göz gözü görmez, sular seller hak getire. Deli Fırtına deresi daha da delirivermiş, coşmuş başlamış haykırmaya. Yolunda ne varsa katıvermiş önüne sürüklemiş Karadeniz’e.
Rum kızı Elena uzatıvermiş başını odasının penceresinden dışarı. Bir hamlede atlayıvermiş aşağıyaya kendini, başlamış koşamaya. Koşmuş koşmuş ta ki nefesi boğazına dayana kadar. Üzerinde ne varsa yapışmış bedenine. Ayağındaki çarıklar çamurdan olmuşlar birer külçe. Çıkarıp atıvermiş bir kenara başlamış tekrar koşmaya. Neyler yağmur, fırtına Rum kızı Lenaya. Koşup varacaktır sevdiği uşağa.
Nihayet varmış deli Fırtına deresine. Bakmış ki ne görsün. Dere olmuş bir canavar. Canavarın üzerinde Çinçiva. Sallanır durur yelkenli kayık gibi. Islak peştamalını sarmış beline sıkıca. Tutmuş eteklerinden zibununu, atmış ilk adımını buz gibi suyun dibine.
*
Gökkuşağı yedi rengin tümünü yansıtmışken çay yapraklarının üzerine gün alabildiğine güzel bir o kadar da parlakmış. Sanki güneş doğana kadar geceki fırtına hiç olmamış gibi.
Gece suçsuz gece masum…
Deli Fırtına deresi alabildiğine dingin ve bir o kadar suskun… Can almış canavar misali uykusunda doygun…
Kenarında sere serpe uzanmış Rum kızı Lena…
Başındaki yaşmak ne hikmetse, hala güzel yüzünün çevresinde… Kirpiklerinin ucunda birer tutam yağmur damlası… Dudağının ucunda çarpık bir gülüş. Gözleri hafif aralık…
Kavuşamayıp ta yarım kalan sevdaya hasret misali.
Ey gidi yalan dünya
Getti kalmadı getti.
Yüreğumun başına
Yeni yaralar bitti
Habu yalan dünyada
Ben nasıl edeceğum
Yüreğumun derdini
Nelan geçireceğum.
DİPNOT: Öyküde geçen yer isimleri gerçek olup, yaşanan olaylar ve kahramanlar tamimiyle hayal ürünüdür. Zifana Lazca bir erkek ismi olup anlamı fırtınadır.
SEVİLAY DİLBER