10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3269
Okunma

Merhaba arkadaşım,
Dün, anneme gittim. Seni sordu. O zaman fark ettim ki, görüşmeyeli uzun zaman olmuş. Anneme; “ Bilmiyorum “ demek, ağır geldi.
Aklımda seninle, eve geldim. Ortalığı toparlarken; seninle konuştum. Yemek hazırlarken; seninle konuştum. Bu monolog, akşam oluncaya kadar devam etti. İşlerim bitip de koltuğuma oturduğumda, hala seninle konuşuyordum.
Seninle dostluğumuz, oldukça eskilere dayanıyor. Birlikte büyüdük, aslında. Ailelerimiz, onca düşünce farklılıklarına rağmen, dosttular. Onların dostluğu bizde devam etti. Bu açıdan bakınca; dost olmamız, kaçınılmazdı.
Hani dedim ya; gün boyunca seninle konuştum diye? Aslında, sadece seninle konuşmadım. Seninle birlikte, bin bir düşünce geçti aklımdan.
Şöyle düşündüm, bakalım sen de katılacak mısın?
Bir çocuk doğar. Anne ve babası, ona bir isim verirler ve çocuk büyümeğe başlar. Çocuk büyürken, ailesinden bazı şeyler öğrenmeye başlar:
Dokunmaması gereken eşyalar vardır. Bunlara “ Cız” denir.
Yaramazlık; “ Hıı! Seni seni “ diye adlandırılır.
Yürürken çarptığı eşyalar: “ Hadi, dövelim” dir.
Sessiz olması gereken yerlerin ismi: “ Şişşşttt “ tir.
Çocuk, ailesinden, sadece bunları öğrenmez. Çocuk, ailesinin, yaşam şekli ve yaşam düşünceleri ile birlikte büyümeğe başlar. Ailenin, hayata bakışı nasılsa çocuğun penceresi de aynı – aynı olmasa da benzer – olur.
Çocuk, yetişkin olup da evin dışına çıkmaya başladığında; kendi ailesinden öğrendiği hayata uygun, arkadaşlar edinmeye başlar.
Hatırlarsan; genç kız olduğumuz zamandan itibaren, dış hayatımızda, kopmalar yaşamaya başlamıştık. Eskisi gibi, yapışık kardeşler değildik, artık. Birlikte olduğumuz zamanlarda da, daha çok, tartışıyorduk. Birbirimizin düşüncelerini eleştirir olmuştuk.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, kopmuyorduk – kopamıyorduk.
Üniversite dönemine geldiğimizde ise sen, sağ’a yürüdün. Ben, sol’a.
Şimdi düşünüyorum da; Sen, benim ailemin çocuğu olsaydın. Ben de, senin ailenin çocuğu olsaydım. Değişen ne olurdu? Sadece özneler yer değiştirirdi. O kadar.
O kadar mı? Bu kadar basit mi? Bence, değil. Bundan daha derin bir şeyler var ortada.
Bu, şunu gösteriyor ki; sen ve ben, kendi öz düşüncemizle kabullendiğimiz bir hayatı savunmadık, karşılıklı. Sen ve ben, bize öğretilen yaşam şekillerini savunduk. Bize öğretilen doğruları korumaya çalıştık. Birbirimize karşı, inatla, savunduğumuz doğrular; ailelerimizin doğrularıydı.
Tartışanlar, sen ve ben değildik aslında. Gizli öznelerimiz olan ailelerimiz di.
Her neyse, çok derin bir konu bu. Zaten böyle, tek başına, konuşmanın da bir keyfi olmuyor. “ Kendim söyledim, kendim güldüm” der gibi bir durum.
Seninle kopuş sebebimize gelelim.
Çok zaman önce, sen de hatırlarsın, biri ile sorun yaşadığımda ve uzaklaştığımda; kendimi perişan ederdim. “ Ben, ne dedim de kırıldı? “ ya da “ Ben, yanlış ne yaptım? “ veya “ Neden benden uzaklaştı? “ Günlerce sızlanır dururdum. Sonunda da arayan yine ben olurdum. Haklı olduğuma bakmadan özür diler, arkadaşlığımızı kaldığımız yerden devam ettirirdim. Sen de bana kızardın.
Haklıymışsın. Keşke daha fazla kızsaydın da, değişime o zamanlarda başlasaydım. Ama şunu bil ki; değişimimin ilk temel taşı sana aittir. Tabi ki gün gelip de o taşın, sana yöneleceğini sen de ben de bilemezdik.
Seni aramıyorum. Sen de beni aramıyorsun.
Bir yönüyle, acıtıcı bir duygu. Değersiz hissettiren bir duygu. Sanırım, sen de aynı şekilde hissediyorsun ki, aramıyorsun.
Geçtiğimiz günlerde, Paul Auster’in bir sözünü okudum:
“Aramayacaksın kimseyi, olması gerekenler zaten yanında. Ve yanında olmayıp gidenler; ne aklında olmalı ne umurunda.”
Umurumda değilsin, diyemem. Aklımda değilsin, hiç diyemem. Diyemediğim için de sana bu mektubu yazıyorum.
Umurunda ve aklındaysam; beni ara.
Sevgilerimle.
Eser Akpınar
19.12.2010
İzmir.