34
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2168
Okunma


Yine bir bayram sabahı…
O’nun sesinin rengi, bir geçmiş zaman şarkısı gibi kulaklarında hâlâ. Gözlerinde uzaklara dair yağmur bulutları ve ismi, aklını işgal etmekte…
Ağır gelen yalnızlık değil! Ağır gelen; o kadife yumuşaklığındaki buseden sonra, ruhunun dudaklarında kalışı.
Bugün bayramın üçüncü günüydü. İlk iki gün, başını yastıktan kaldıramayacak kadar hastaydın. Sanki şarkılar susmuştu. Sanki çocuktun da; uçurtman elinden uçmuştu. Yinede her iç çekişinde düşürmedin dilinden adını. Üşüyordun ve içeride:
İçini ısıtan bir tek O’nun hayali…
Bir duada şöyle geçiyordu: “hasta olup el ayak önüne düştüğümüzde bizlere iki gün yatak, üçüncü gün ölümü nasip eyle!”
Üçüncü gün geldi fakat ölümle değil yaşamla… Erkenden kalktın, saçlarını fönledin makyajını yaptın. Giyindin. Reel dostluklardan
kendini arındırmıştın fakat bu kez sanal dostunla buluşup Eyüp Sultan’a gidecektin. Tam evden çıkarken annen uyandı ve her anneye has sorgulama içgüdüsüyle seslendi:
__ Sen ziyarete mi gidiyorsun düğüne mi?
Annenin kırmızı ruj sevmediğini biliyordun. Hâlbuki pembe sürseydin bir şey demezdi…
Ustalıkla, “tamam annecim rujun fazla olduğunu biliyordum” deyip rujlu dudaklarınla anneni öpüp;
“işte bak ruju yanağına sildim” derken telaşlı bir kaçış yaşamıştın.
Bir buçuk saatlik yol çabuk geçti ve arkadaşınla Eminönü’nde buluştun o kadar özlemişsiniz ki;
üç kere sarılıp öpüştünüz, sahile geçip bir sigara yaktınız.
Eyüp Sultan’ın yoluna düştünüz sonra…
Umut kapısı, gönül ferahlama kapısına yaklaşınca başını örttün. Manevi huzurun yeri… Etrafın insanlarla dolu ve sen ağlarken utanmıyorsun. Utanmıyorsun çünkü dünya umurunda değil. Aklına kim geldiyse olanca sevgiyle dua ediyorsun. Dua bekleyenler o kadar çok ki; kendine vakit bulamıyorsun ve her zamanki gibi kendini geçiştiriyorsun. Dua seansı bitiyor sonra çay içme ihtiyacı duyuyorsunuz. En yakın cafe ye atıp kendinizi iki çay istiyorsunuz,
Çaylar gelene kadar tavla öğreniyorsun bile, fakat karşındaki tavla kurdu olunca haliyle yeniliyorsun.
Çaylar içilmiş, tavla bitmiş ve arkadaşının telefonuna bir mesaj gelmiş. Kimden gelebilir ki bu mesaj;
arkadaşını böylesine Leyla etmiştir? Masadan boş bardakları alan garsona bile gülerek bakmıştır. Umut
dolu, heyecan dolu, sevgi dolu…
En son sen ne zaman bakabildin bu şekilde heyecanlı, hatırlamıyorsun değil mi?
Kalkıp arkadaşının evine gitmişsiniz, kız kardeşi ve arkadaşları evde koyu bir sohbet gerçekleşmiş…
Picasso’’nun resimlerinden başlayıp, Küçük İskender’in şiirlerine kadar değinmiş ve konuyu halaylarla kapatmışsınız.
Veda vakti…
Ayrılıp otobüse bindin, yolun uzun hava kararmış, başını cama yasladın ve telefonuna baktın.
Ne bir mesaj ne bir arama hiçte heyecanlı değilsin…
Otobüsün çok sessiz olduğunu fark edip etrafına baktın, hâlbuki çok kalabalık.
“Birinin kızı mı oldu ne?” diye geçirdin içinden, hâlbuki sen olsaydın hiç bu söze fırsat vermezdin
Bilirim, bıcır bıcır konuşur, anlattıklarının heyecanıyla hop oturur hop kalkardın. Etrafındakilerin seni,
tiyatro izliyormuş gibi heyecanlı izlemeleri, anlattıklarının karşısında şaşkınlıkla gülmeleri, ne çok olmuştur.
‘’Heyecan gözlü kız’’ sen ki heyecan gözlü kız diye çağrılırdın, sevincine ne şiirler yazıldı, ne yazılar…
Ya şimdi nerdesin?
Nerede aldırdın duygularını?
Kimlere harcadın gülüşlerini?
Gözünü kapatıyorsun görmek istediklerinden kaçar gibi. Düşünceler… Ahhh! Düşünceler beynini uyuşturuyor! Dudaklarında bir ses;
“mutlu değilim” diyor. Bak duyuyor musun? Aç gözlerini ve etrafındaki mutlu yüzleri seyret. Açıyorsun gözlerini ve nefesinden başını yasladığın cam buğulanmış. Elini kaldırmak istiyorsun.
Buğulu camlara ne çok kalpler çizerdin. Çizdiğin o kalpler kalem tutan ellerinden mi kırdılar?
Kalkmaz oldu ellerin…
Hafif bir tebessüm ediyorsun. Belli ki aklına bir şey geldi. Söyle söyle! Ne yazmıştın eskiden:
“Sen benim, çocukken
camların buğusuna çizdiğim
kalbin içinden geçen
okun ucundaki harfsin…”
Şimdi ise; ne buğulu cama bir kalp ne de bana sen lazımsın dediğini duyar gibiyim...