26
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2927
Okunma


O acı geceyi hiç unutamadım.Mümkün mü unutmak!..Acılarımın şaha kalktığı bir gün!.. Aradan tam tamına, koskoca on beş yıl… Az mı koskoca on beş yıl…O, on beş yılın içine acıları, maddi sıkıntıları, özlemleri ekleyip, üçle çarptığında, eder kırk beş yıl. Ben, kızım ve oğlum…
Kocam Ahmet öldürüldüğünde daha otuz beş yaşındaydı.Yaşamının baharında hayat dolu; son derece dinamik ve pozitif bir insandı. Kendi yağı ile kavrulmaya çalışıyor, günlük rızkının peşinde ve kendi halinde bir küçük esnaftı.Dükkanımız,bizim ekmek teknemizdi. O dükkanı o haline getirebilmek için çok uğraşıp didinmiş; gecemizi gündüzümüze katarak, cevval hale getirmiştik.Böylece kimseye muhtaç olmadan ailemize bakacak bir güvenceydi .
Eşimle birbirimizi severek evlenmiştik.Ailem,ilk zamanlar karşı gelmesine rağmen; aşkım, üstün gelince onlar da çaresiz benim sevgimi onaylamak zorunda kalmışlardı.Yani epey bir mücadeleden sonra onunla yuvamızı kurmuştuk. O yüzden de, çektiğim sıkıntıları dert etmiyordum. Sonra kızım dünyaya geldi. Onun doğumundan sonraki zaman; çok sıkıntılı bir dönemimize denk gelmişti. Çalışmıyordum.Evde boş boş oturuyordum. Kızım biraz büyümeye başlayınca, onu da yanıma alıp, eşime yardıma gitmeye başladım…
İmalatçıydı. İlk başlarda, kendisi yapıyordu ustaların yaptığı işi. Sonra yanına iki usta aldı. Biraz daha rahatlamıştık. Ustaları, toptan satışımız hızlansın diye almıştı. İş elbisesi, önlük v.b. şeyler dikiyordu. İşler, epeyce yoluna girmeye başlamıştı. Yavaş yavaş dükkanın işleri istediğimiz kıvama gelmeye başlamış,toptan satışlarımız artmıştı. Her satışında, umutlanıyor ve morali yerine geliyordu. Ustalar,dükkanda çalışmaya başladıktan sonra evde kalmayı,kızımla ilgilenmeyi yeğlemiştim. Gerçi arada bir canım sıkıldıkça uğruyordum eşimin yanına.
Neşeli olduğu zamanlarda, evin kapısından girer girmez, bana ;
- Minik serçem, ben geldim. Prensesim nerede bakalım.? Sizi çok özledim bugün.
-
- Hoş geldin, canımın içi ! Yüreğimin yarısı; biz de seni özledik. Günün nasıl geçti ?
Birbirimize sarılır, bir müddet hasret giderirdik kapının önünde. Kızımız Hale, yanımıza gelir ve ellerini babasına uzatır, kucağına almasını isterdi.Eğer canı sıkkınsa da, hiç ses etmeden gelir, fazla konuşmaz ve öylece kendi dünyasıyla baş başa kalırdı. O zamanlarda da, çok fazla konuşmazdım. Onu üzgün görmeye dayanamazdım. İşiyle ilgili şeyleri,pek anlatmazdı bana.
Bazen de;Kızımız uyuduktan sonra baş başa kaldığımızda, göğsüme başını yaslar, gözlerini kapatır ve kendiliğinden içinde biriktirdiklerini dökerdi. O’nu dinler, yanlış bir şey söylememek için konuşmaz, sıkıca sarılırdım. O zaman hissederdim ki;eşimin benimle paylaşmak istediği bir sürü sıkıntılarının olduğunu!..Çözüm yolları bulmak için onun içsel dünyasına girmeye özen gösterirdim.
Sonra, oğluma hamile kaldım. O sıkıntıların içindeyken, ikinci bir çocuğu doğurmak imkansızdı aslında. Fakat çocuğuma kıyamadım.Kürtajı düşünmedim. Onun doğumu bize sanki uğur getirmiş, işler düzelmeye başlamıştı. Siparişler çoğalmaya, onun eve geliş saatleri de değişmeye başlamıştı. Eve geldiğinde de yorgunluktan, uyuyup kalıyordu olduğu yerde. İki küçük çocukla, tek başıma uğraşmak zor olsa da hiç şikayet etmiyordum. Ana yüreği işte;bir şekilde, altından kalkıyordum.
O’nun, o zamanlar gördüğüm tek hatası vardı. Veresiye verdiği mallara karşılık senet almıyordu. O’nu bu konuda, birkaç kez uyarmaya çalıştığımda da ;
- Söz senettir minik serçem, ben öyle gördüm. Öyle de devam ettireceğim
Der ve bana söyleyecek söz kalmazdı.
Çok iyi niyetliydi.Ticaretin acımasız kurallarını bir türlü uygulamaz; herkesi, kendisi gibi görür, asla kötülük düşünmezdi.Ama ben eşim gibi düşünmüyordum.Önsezilerim,farklı sinyaller vermeye başlamıştı! İçimdeki huzursuzluk git gide artıyordu. Buna bir anlam veremiyordum doğrusu.
Verdiği yüklüce bir malın parasını alamamıştı. Bana belli etmese de, hem maddi, hem de manevi sıkıntılar içindeydi. Senet sepet de yapmamıştı büyük olasılıkla.
O akşamdı. Eve geldi. Yüzü endişeliydi. Bize belli etmek istemediğini sezinliyordum. Hep beraber sofraya oturduk. Yemeğimizi yedik. Kendini zorluyordu sanki. Neşeli olmaya çalışır gibi bir hali vardı. Şaka yapmaya çalışıyordu. Çocukların ikisini de birer dizine oturtarak, epeyce bir kucakladı onları. Sonra benim yüzüme uzun uzun ve sevgiyle baktı. Bu bakışlarda, hüzün vardı! Anlam veremiyordum bir türlü. Sonra, ev telefonu çaldı. Ben yerimden bakmak için kalkmak üzereyken ;
- Ben bakarım minik serçem!
Yerime oturdum. Telefonda birisiyle konuştu. Fakat çok kısa bir konuşmaydı. Konuşma bittikten sonra bana döndü. Yüzünde bir rahatlama ifadesi vardı sanki.
- Sen yat minik serçem. Beni bekleme. Bir alacağım vardı. Onu getirecek borçlu. Onu alıp döneceğim eve. Sıkıntılarımız bitecek. Yüzüm de gülecek bundan sonra.
- Gece gece gitme lütfen Ahmet ! Yalvarıyorum sana gitme ! Boş ver o parayı. İçimde bir korku var. Nedenini bilmiyorum. Gitme !
- Korkma minik serçem ! Neden korkuyorsun. O paraya çok ihtiyacımız var. Gitmem gerek. Üzme beni.
Tüm yalvarmalarıma rağmen, onu gitmekten alıkoyamamıştım. Pencerenin önüne oturdum. Dış kapıdan çıkışını seyrettim. Benim baktığımı hissetmiş gibi arkasını döndü ve bana baktı. El salladı ve gitti. O sokağın başında kaybolduğunda, gözyaşlarım sel olup akmaya başlamıştı. Kendimi telkin etmeye çalışsam da, içimdeki huzursuzluk gitmiyordu.
Aradan saatler geçmiş ve ben camın önünden ayrılmamıştım. Umutla, onun tekrar eve gelişini bekliyordum. Biraz daha bekledim.Gelmeyince, polisi aramaya karar verdim. İhbarımı yaptım. İçimdeki ses bana kötü şeylerin olduğunu fısıldıyordu. Arkadaşlarını aradım arkasından. Onlarda nerede olduğunu bilmiyorlardı.
Ertesi gün, hiç uyumadan geçirdiğim geceden sonra oturduğum yerde uyumuş kalmıştım. Acı acı çalan zilin sesiyle uyandım. Kalbim gümbür gümbür atarak kalktım ve kapıya gittim. Kapıyı açtığımda, kapıda duran polisleri gördüm. Konuşamıyordum. Öylece bakıp kalmıştım onlara. Sonrasını da hatırlamıyorum zaten.
Kendime geldiğimde, polis bana sadece:
- Eşiniz Ahmet Bey’ i bulduk. Bir cinayete kurban gitmiş. Issız bir yerde, arkadan kafasına sert bir cisimle vurularak öldürülmüş. Başınız sağ olsun. Katili araştırıyoruz. Bir düşmanı var mıydı ?
- Gitme dedim ben ona ! Dinlemedi memur bey. Ölüme gitti sanki. Evet o yaptı. Birisinden alacağı vardı. O yaptı. Bulun onu lütfen. Adını bilmiyorum ama dükkanda kayıtları vardır mutlaka. En ağır cezayı verin ona. Ben de onun canını almak istiyorum. Gitti sevdiğim. Onu öldürmek istiyorum. Bırakın beni.
- Lütfen efendim. Sakin olun. Acınızı anlıyorum. Allah sabırlar versin.
Haykırışlarım, bütün mahalleyi sarmış ve herkes eve dolmuştu. Acımı anlayabileceklerini sanmıyordum. Onun kardeşleri, benim kardeşlerim, anne ve babalarımız hepsi geldiler yanıma. Bir tek o yoktu aramızda…
Göz yaşları içinde defnettik onu. Onunla birlikte ben de girmek istedim mezarına. Bütün herkes gitmiş fakat beni kaldıramamışlardı mezarının üzerinden. Sol yanım acıyordu.
Ne istemişti kocamdan bir türlü anlayamıyordum. Bir can o kadar mı değersizdi ? Pusu kurmuştu. Katil yakalanmış ve suçunu, büyük bir soğukkanlılıkla itiraf etmişti. Pişmanım bile diyememişti. Geride kalan iki öksüzün göz yaşlarını düşünmeden, canını almıştı. Katili, on yıl hapiste yattı ve çıktı. Af kanunu çıkmıştı. Ben affetmesem de, birileri affetmişti onu.
Onun emanetlerini büyüttüm. Onurumu ve namusumu kirletmeden, bize bıraktığı dükkanın başına geçtim ve namerde muhtaç olmadan bugüne geldim.
- Anne ! Ne yapıyorsun pencerenin önünde yine Allah aşkına !
- Hiç kızım ! Öylesine dalmışım işte ! Kardeşin geldi mi okuldan ?
- Gelmedi Anne ! Az sonra gelir. Gelme vakti şu aralar.
- Sofrayı hazırladım yavrum. O gelince, otururuz hemen.
- Tamam Anne ! Seni çok seviyorum.
- Ben de sizi yavrum. Hem de çok.
10.11.2010
Nermin KAÇAR
BOLU