18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1856
Okunma


O gece, kendi evlerinde geçirecekleri ilk geceydi. Dışarıda, keskin bir soğuk çıkmış, rüzgarın sesi, tam olarak kurumamış sıvalı barakanın, açık kalan yerlerinden, tiz bir ıslık gibi içeriye giriyordu. Çevrede çok fazla da ev yoktu. Her yer çamur içindeydi. Belediye, daha yeni imara açılmış bu bölgede çalışmalara başlayamamıştı. Genellikle burayı tercih eden , en az üç veya beş çocuk sahibi ailelerdi. Ya da durumu çok iyi olmayıp, sadece ev sahibi olabilmek ümidiyle, oradan bir arsa almış insanlardı.
İşte bu ailelerden birinin oğluydu Orhan. Yıllarca, kirada oturduktan sonra, ev sahibinin bir sözüne kızarak bu arsayı almıştı babası. Kolay mıydı beş çocuk sahibi olmak, onları okula göndermek ? Üstleri, başları, harçlıkları derken, bir kamyondan kazandığı gelir yetmiyordu hepsine. Hele bir de karısının fedakarlıkları olmasa, evin yolunu bulamayacaktı. Peş peşe olan çocuklarının bakımı ve ev işlerinden arta kalan zamanı, yengesi ile birlikte badana yaparak değerlendiriyor, oradan kazandığı para ile de evinin ihtiyaçlarına harcıyordu. Bazen, bu paralardan harcamadığı kısmını da biriktiriyor, acil durumlarda kullanıyordu. Büyük bir cesaretle başladıkları inşaatı, hep birlikte çalışarak, çok az amele tutarak, oturacak hale getirmişler ve hemen arkasından oturmuşlardı. Acele etmelerinin sebebi, okulların açılma zamanı gelmek üzereydi. Bir de ev sahibi ile aralarına mesafe koymalarındandı. Başlarında, onca yılın ardından kendilerine ait bir çatı olacaktı. Kendilerine ait bir bahçe, orada istedikleri sebzeyi yetiştireceklerdi. Yapacakları küçük bir kümeste de belki tavuk besleyecek, ondan her gün taze yumurta alacak ve onu yiyeceklerdi. Oraya taşınmaları ile kiradan kurtulmuş fakat oranın çamuru başlarına dert olmuştu. Dört çocuk, sabahın erken saatlerinde hazırlanıyor ve çamurlu yollarda savaş vererek okullarına ulaşıyorlardı. Üstelik çok ıssız olduğu için sürü halinde gezen köpeklerle karşılaşıyorlar, korku sarıyordu hepsini. Bunun dışında, tertemiz bir havanın varlığı, hemen evlerinin yakınından geçen ve şırıl şırıl akan derenin güzelliği ise onlara huzur veriyordu. İçindeki balıklar ve orada yüzen ördekler ise görülmeye değer bir manzara oluşturuyordu.
Aradan biraz daha zaman geçtikçe, başka aileler de ev yapmaya başlamış ve epeyce bir komşuları olmuştu. Tanıştıkça, kaynaşmaya başlıyorlar, Anadolu kültürü gereği yardımlaşma ve komşuluk ilişkileri gelişmeye başlamıştı. İlkbaharda bahçe bellenmiş, dört kızdan en büyüğü olan Halime, aklına ne gelirse ekmişti bahçeye. Yetişmeyeceğini bildiği halde karpuz bile ekmişti toprağa. İkinci büyük kız ise başka şehirde, yatılı okuduğu için ancak bu şamatanın içine yaz aylarında dahil olabiliyordu. Diğer dört çocuk, iki göz oda ve bir küçük mutfaktan ibaret olan barakanın içinde, mutlu bir şekilde yaşamlarını devam ettiriyorlardı.
Orhan, evin en küçüğüydü. Anne ve babasının verdiği mücadeleyi görüyor ve bu duruma çok üzülüyordu. Kızlar,ev işlerinde annelerine yardım ediyorlar, o da bazen kamyonculuğu bıraktıktan sonra taksicilik yapmaya başlayan babasının yanına gidiyor, çocuk kalbiyle babasının arkadaşlarını, çevreyi gözlemliyor ve eğleniyordu.
Sokaktan geçen simitçilere bakıyor ve içinden ;
“ Ben de simitçilik yapsam nasıl olur acaba “ dediğinde daha dokuz yaşındaydı henüz. Yakınlarındaki simitçi fırınına gitti ve simitçiyle konuştu. Simitçi, önce ona bakmış ve inanmamıştı sanki. Aslında satabileceğine kendisi de inanmasa da, kendini mecbur hissediyordu.
İlk başladığında, kafasında taşımakta zorlandığı simit tablasından, üç beş tane zayiat vermişti ama sonra alışmıştı. Sabahın çok erken saatinde, yatağından kalkıyor, simitçi fırınına gidiyor, aldığı simitlerle evlerinin önünden geçerken, eve uğruyor ve simitlerden altı tanesini mutfağa bırakıyordu. Sonra da çarşıda sattığı simitlerin parasından, kendi hakkını aldıktan sonra kahvaltıya yetişiyordu. Komşudan satın aldıkları sütün eşliğinde, mis gibi susam kokan çıtır simitlerle, kahvaltılarını neşeyle yapıyorlardı.
Yaptığı hesaplar ile simitçilikle fazla bir para kazanamadığı ortadaydı.Bu duruma bir çözüm bulmak için devamlı düşünüyordu son zamanlarda. Mahalle arkadaşlarından Necati ile bu konuyu konuşmaya karar verdi. Nereye gitseler beraber gidiyorlardı çünkü.
- Ya Necati, ben simitçiliği bırakmaya karar verdim. Ah bir param olsa, boya sandığı alacağım. Sonra da boyacılık yapacağım. İyi para var o işte. Ben hesabını yaptım. Günde on ayakkabı boyasam, beş kuruştan elli lira. Ben çocuk olduğum için daha çok boyatan olur. Ne diyorsun fikrime ?
- iyi fikir Orhan da ! Boya sandığını alacak parayı nereden bulacaksın. Baban verir mi ? ondan istesen ?
- Ondan isteyemem. Çok sıkışık şu aralar. Ben de onlara yardım etmek için istiyorum boyacılık yapmayı. Başka bir çare bulmamız lazım. Ama nasıl ?
- Kendimiz yapalım. Olmaz mı ? Yapamaz mıyız ?Pazarcıların sandıklardan yaparız. Benim elimden gelir öyle şeyler. Deneyelim bir kez. Ne kaybederiz. Hatta iki tane yaparız.
- Tamam Necati ! Yarın başlayalım. “
- Tamam Orhan.
Ertesi gün erken saatlerde buluştuktan sonra hale giderek oradan aldıkları limon sandıkları ile eve döndüler. Yaklaşık bir hafta uğraştıktan sonra yaptıkları boya sandığına baktıklarında, moralleri bozulmuş fakat yine de sevdalarından vazgeçmemişlerdi. Unuttukları tek şey de, boya ve fırçaydı. Onları almak için de paralarını birleştirmişler fakat sadece boyayı alabilmişlerdi. Boyaları ortak kullanacaklardı o yüzden de. Fırçaya da çözüm bulmuşlar, evdeki elbise fırçasını kullanmaya karar vermişlerdi.
Boyacılığın ilk gününde ve erken saatlerinde, mahallenin başında buluşmuş ve sırtlarına aldıkları, boya sandıkları ile çarşının yolunu tutmuşlardı. İlk heyecanla, Belediye meydanında bulunan, tarihi bir kahvehanenin önünden geçerlerken; masada oturan elli- elli beş yaşlarında, kır saçlı ve biraz tombulca bir beyin onlara;
- Oğlum ! Bakar mısın buraya ?
Diye seslenmesi üzerine, hevesle yanlarına gittiler.
- Bana mı seslendiniz acaba ? Buyurun
- Oğlum adın ne senin ?
- Benim adım Orhan, arkadaşımın adı da Necati
- Memnun oldum Orhan. Memnun oldum Necati. Ayakkabılarımı boyatacaktım da onun için çağırdım sizi.
Orhan’ ın ve Necati’ nin yüzünde oluşan bir sevinç ifadesi belirmişti. İlk müşterilerinin ayakkabısını boyayacaklardı. Orhan, boya sandığını yerleştirmiş ve elindeki küçük iskemleye oturmuştu bile cevap vermezden önce.
- Buyurun boyayım hemen.
- Aferin oğlum size. Hayata bu yaşlarda başlamanız çok güzel. Sen kimin oğlusun bakalım ?
- Şoför Rüstem’in oğluyum amca.
- Kaç kardeşsiniz ?
- Beş kardeşiz. En küçükleriyim ben.
- Kaça gidiyorsun.
- Dördüncü sınıfa geçtim.
- Kardeşlerin okuyor mu ?
- Evet, hepsi de okuyor.
Hem sohbet ediyor, hem de ayağını boya sandığına koymasını bekliyordu. Kendi başlarına yaptıkları boya sandığının dayanıklı olmadığını bildiğinden, herhangi bir terslik olmaması için dua ediyordu içinden. Tam o esnada, adamın ayağını koymasıyla, boya sandığı paramparça olarak yere dağıldı. Bir taraftan dağılan parçaları toplamaya çalışıyor, diğer taraftan da mahcubiyetini gizlemeye çalışıyordu. O sırada adam da onlara yardım etmeye başlamıştı. Topladıkları parçalarla birlikte, ilk gününde ve ilk işinde yaşadığı bu hayal kırıklığı, yüzüne yansımıştı sanki. Adam, onun bu haline çok üzüldüğünü belli etmemeye çalışarak ;
- Oturun bakalım şu sandalyelere. Birer çay içelim beraber. Benim de torunlarım var. Fakat çok uzaktalar. Biraz sohbet edelim.
Garsona seslenerek, çocuklara iki oralet, kendine de çay söyledikten sonra sohbetine devam etti.
- Boya sandığını, nereden aldınız ?
- Şey… Almadık kendimiz yaptık. Fakat işe yaramadı.Size de mahcup oldum.
- Olur mu oğlum öyle şey ? Ne güzel yetiştirmiş aileleriniz sizi. Bir yerden başlamak lazım. Emek vererek bir boya sandığı yapmışsınız. Sizi değerli kılan da bu zaten. Çaba göstermek. Siz de sokakta top oynayabilirdiniz. Bak sana ne diyeceğim. Ben size birisinin ismini vereceğim. Adı Marangoz Ahmet…. Borazanlar mahallesinde, atölyesi var. Ona benim selamımı söyleyin. Şu parayı da verin. Size güzel bir boya sandığı yapsın.
- Olmaz ! Kabul edemem. Sizi tanımıyorum.
- Olur mu oğlum tanıştık ya ! Benim Adım Emin. Hem ben bu parayı, karşılıksız vermiyorum ki ; Bu para karşılığında, benim ayakkabılarımı boyayacaksınız. Böylece, ödemiş olacaksınız.
- Sizi nerede bulacağız peki !
- Burada otururum genelde. Yüksek kahve benim mekanımdır.
- O şartla kabul ediyorum ama. Çok teşekkür ederiz Emin amca. Devamlı boyayacağım sizin ayakkabınızı.
- Hadi bakalım için oraletlerinizi. Soğudular bile !
Hayal kırıklığı ve sevinci aynı anda yaşamışlardı o gün. Ertesi gün, Marangoz Ahmet’ e giderek, boya sandığının siparişini ve Emin Amca’ nın selamını ilettiler. Yaklaşık on beş gün sonra da, gıcır gıcır bir boya sandığı ile yüksek kahvenin yolunu tuttular. Fakat, Emin amca orada değildi. Her gün uğruyor fakat onu bir türlü göremiyorlardı. En son gittiklerinde de, kahvehane sahibine sormaya karar verdiler.
- Burada bir amcayla tanışmıştık. Adı Emin idi. Onu nerede bulabiliriz? Tanıyor musunuz onu acaba ?
Adam biraz düşündükten sonra;
- Ha Emin Bey’i mi soruyorsunuz ? O, burada oturmaz. Aslen buralıdır. Ayda yılda bir gelir buraya. İki üç gün kalır gider. Yeni geldi gitti.
- Ne zaman gelir acaba ? Gelirse, bizim aradığımızı söyleyebilir misiniz kendisine ?
- Tabii ki ama yakında geleceğini sanmam. Kim aradı diyeyim oğlum ?
- Orhan ve Necati aradı dersiniz ? Biz yine uğrarız arada bir. İyi günler.
O günden sonra kaç defa gittilerse, yoktu orada. Onları teşvik etmek için o şekilde bir senaryo yapmış olmalıydı. Ondan bir boya sandığı, hatıra kalmıştı onlara. Hiç karşılaşmadılar bir daha da.
EŞİME AİT BİR ANI, TARAFIMDAN HİKAYELEŞTİRİLMİŞTİR.