11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1212
Okunma
Çileli bir çocukluk geçirmişti İbrahim. Anne ve babasını erken yaşta kaybetmişti.
Henüz dört yaşındaydı. Hayal meyal hatırlıyordu olanları.
Evlerinde çıkan bir yangında babası ilk İbrahim’i kurtarmış, hamile karısını kurtarmak için içeriye girmiş ve bir daha da çıkamamıştı. Kalabalık ve feryat figanlardı son hatırladığı şey.
Köyde akrabalarının yanında büyümüştü.
Kendileri yok, Allah var… Bugüne kadar hiç birinden kötü bir söz duymamıştı ama tatlı bir söz de duymamıştı. Kötü davranmıyorlardı belki ama ömründe bir kez olsun sevgiyle başını okşayan bir el olmayışına içlenirdi.
İlkokuldan sonra çok istemesine rağmen okulunu bırakmak zorunda kalmıştı. Çalışkan bir öğrenciydi. Derslerini hiç aksatmazdı.
İlkokulu bitirdiği zaman öğretmeni bu çocuk okur, büyük adam olur dediği zaman; halaları olsun, amcası olsun “Bizim onu okutacak maddi gücümüz yok. Hem köy yerinde okumak ne işine yarayacak?” demişlerdi.
Belki de kendi çocuklarından hiç birinin okulda durumu iyi olmadığındandı tepkileri. Kim bilir?
İbrahim’in son zamanlarda kulağına gelen dedikodular oldukça canını sıkıyor ama hiç kimseye bir şey diyemiyor, hesap soramıyordu. Ona büyüklerine karşı terbiyeli ve saygılı olması gerektiğini öğretmişti, öğretmeni. Öğretmenini çok sevdiği için sözünden dışarı çıkmazdı.
Her gece yatağına yattıktan sonra kâbuslarla uyanırdı!
Rüyasında anne ve babasını yangında kaybettiği günü görüyordu. Yalnız bu kez yangının çıkış sebebini de görüyordu. Amcası elinde gaz bidonu evlerini tutuşturuyor; anne ve babası içerde can çekişirken o karşılarına geçip kahkahalarla gülüyordu.
Arkadaşları arasında fısır fısır konuşulanlardı belki de onu bu düşüncelere iten. Güya babasının tarlalarında gözü olan amcası bilerek çıkarmıştı o yangını. Amacı hepsini öldürmekti ama şans eseri İbrahim kurtulmuştu işte.
Keşke onlarla birlikte ben de ölseydim diye düşünürdü, her kâbus görüşünden sonra.
İbrahim on altı yaşına girdiği gün amcası köyün en zenginlerinden Zakir ağanın kendisini çağırdığını söylemişti.
Arada bağ bahçe işlerini görmek için Zakir ağaya giderdi. Yine bir iş vardır diye düşündü.
Çiftliğe gittiğinde ağanın kendisini evde beklediği haberini aldı. Şaşırmıştı! Ağanın âdeti değildi öyle herkesi evine almak. Biraz heyecan, biraz korkuyla ağanın karşısına çıktı.
Diğer köy halkı gibi o da ağa karşısında el pençe divan dururdu. Gücüne giderdi bazen ağadan büyük olanların bile karşısında süklüm püklüm durması. Ama o ağaydı! Onlara öyle öğretilmişti. Yıllardır süregelen düzeni bir çırpıda değiştirmeye kimsenin gücü yetmezdi.
Ağa öyle zalim bir insan değildi ama parasına güvenerek, kendini diğer insanlardan farklı ve ayrıcalıklı görürdü.
_ Buyur ağam!” dedi kısık bir sesle “ Beni emretmişsiniz”
Ağa yardımcıları Hacer’in kendisinden hoşlandığını eğer o da isterse ikisini evlendireceğini söylemişti. İbrahim şaşırdı önce. Hacer onu ne ara görmüşte sevmişti. Gerçi kendisi bir iki defa tesadüfen görmüştü kızı ama…
“Demek o da beni görmüş?” diye geçirdi içinden. Hacer’i şöyle bir gözünün önüne getirmeye çalıştı hayalinde. Hatırladığı kadarıyla güzel bir kızdı. Kömür karası gözlerini hatırladı en çokta.
“Tamam!” dedi kısa bir düşüncenin ardından.
İki gün içinde düğün hazırlıklarına başlanmıştı bile.
Hacer henüz on beş yaşına girmişti. Yaşıtlarına göre çok daha gösterişliydi. Olduğundan büyük gösteriyordu. Beklide hayat ve kimsesizliği onu büyümeye zorlamıştı.
Ağa Hacer’e karşılık hiçbir şey istemiyor, hatta geçimlerini sağlaya bilmeleri için çiftlikten tek göz oda bir ev bile veriyordu.
Herkes ağanın sandıklarından da iyi olduğunu düşünüyordu. Bu devirde kim o kadar yardım yapar sadece orta hizmetlisine diyorlardı.
Düğünleri çiftlikte olmuştu.
Gerdek odasında baş başa kalan İbrahim ve Hacer ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içindelerdi. Gerçi amcaoğlu Hüsamettin anlatmıştı ne yapması gerektiğini ama o yine de korkuyordu. İlk kez bir kızla baş başa kalıyordu.
Ürkek adımlarla Hacer’e yaklaştı. Elini uzatıp dokunacağı sırada Hacer iki gözü iki çeşme “Ne olur bana dokunma! Benim canımı yakma ne olur!” dedi.
Zaten acemi ve korkak İbrahim daha da korkmuştu gözyaşları karşısında. Acımaklı baktı Hacer’e. Ne olduğunu, neden ağladığını kestiremiyor, ilk gece olması heyecanına yoruyordu.
“Tamam! Sen canını sıkma! Sen istemediğin sürece ben sana elimi sürmem.” Diyordu İbrahim.
Birkaç gün evin içinde iki yabancı gibiydiler. Amca çocukları soruyorlardı nasıl başardın anlat diye. Onlardan duyduklarını sanki uygulamış gibi anlatıyordu.
Evliliklerinin üzerinden beş ay geçmiş ama İbrahim ile Hacer’in elleri ellerine değmemişti.
Hacer’in göz kenarlarında her an damlamaya hazır gözyaşı gelip yerleşmiş, oradan da bir türlü kalkmamıştı.
Her sabah mide bulantılarıyla uyanıyordu. İbrahim artık önemli bir rahatsızlığı olduğundan korkmaya başlamış, heyecanla halasına gelmişti. Gidip Hacer’i kontrol edip edemeyeceğini, her şeye midesi bulandığını, sürekli kustuğunu söylemişti.
Halası duydukları karşısında onun tam tersine sevinmiş, büyük bir kahkaha atmıştı. “ Desene baba oluyorsun” demişti gülerek.
Evine doğru giderken kulağında sürekli bu ses vardı. “Baba oluyordu demek”
Henüz eli eline bile değmemişken baba oluyordu.
Hacer’e baktı; biraz öfke, biraz merak vardı gözlerinde.
O da anlamıştı hamileliğini bildiğini.
_ Ağanın büyük oğlu… Süleyman ağam derdim ona. Ailede en çok onu sever, en çok ona güvenirdim. Annesinin hışmından, gaddarlığından hep o korurdu beni. Odama geldi bir gece. Annesi dövmüştü beni hiç yüzünden.
“ Ağlama! Gözlerinden akan yaşlara kıyamam!” dedi. İnandım! Kollarına sığındım.
O gece yanımda yattı bana sarılarak. O kadar sevecen ve şefkat doluydu ki! Sabah hiç olmasın istiyordum. Onda ölmüş babamın sıcaklığını bulmuştum. Daha önce hiç kimse bana sarılmamıştı ki! Hoşuma gitti ilgisi. Birkaç gün sonra bu kez karısının şiddetine maruz kaldım. Görünce karısının bana dayak attığını, o da onu dövdü. “ Bir daha bu yetime elini kaldırmayacaksın” dedi. Sevgiyle baktı gözlerime. İki yaşında oğlu korkmuş ağlıyordu kucağında.
O gece yine odama geldi ağlamayayım diye. Yine yatağıma yattı. Yine sarıldı!
Ama bu kez elleriyle vücudumu okşamaya, üzerimdekileri zoraki çıkarmaya çalışıyordu.
“ Ne olur yapma ağam, kulun kölen olayım” dedim. Dinlemedi. O dayaktan daha çok canımı yaktı!
Karısı görmüş benim odamdan çıktığını.
Ben yataktan kalkamıyordum. Karnımda ve kasıklarımda çok büyük bir ağrı vardı. Kanamam bir türlü durmuyordu.
Kasabadan tanıdık bir doktor getirdiler. Yırtık oluşmuş bende.
O yırtık şimdi iyileşti ama içimdeki, kalbimdeki yırtık iyileşemedi bir türlü.
Zakir Ağa hamile kalırsam dedikodu olmasın diye seninle evlendirdi beni. Sana her şeyi anlatmayı denedim ama yapamadım. Defalarca kendimi öldürmeyi düşündüm, onu da beceremedim. Ben henüz kendim çocukken, şimdi bir bebek büyütüyorum içimde. O bebek büyüdükçe, içimdeki öfke de büyüyor!
İbrahim duydukları karşısında donup kalmıştı.
Demek ona tüm anlatılanlar, Hacer’in onu görüp sevdiği bir yalandı?
Şimid karar vermesi gerekiyordu. Ne yapmalıydı peki?
Bütün gece bunu düşündü. Her göce gördüğü yangın kâbusu, yerini bu kez Hacer’e ve onun karnındaki bebeğe bırakmıştı.
Hacer de kendisi gibi öksüz ve yetim büyümüştü. Ona yapılan kötülüğün cezası yine ona kesilemezdi. Hem üstelik karnındaki bebeğin ne suçu vardı bu günahta!
Sabah ilk iş Hacer’i karşısına alıp konuşmak oldu. “ Sen benim helalimsin. Karnındaki bebekte benim bebeğim. Bunu böyle bilesin. Süleyman Ağanın yaptığı zulmün cezasını sen tek başına çekmemelisin. Madem bana vardın, ölene kadar da benimsin.” Demişti.
Hacer’in gözyaşları sel olmuş akıyordu. Bu hem mutluluk, hem hüznün gözyaşlarıydı. Aylardan sonra ilk kez o akşam birbirlerinin olmuşlardı.
Hacer ve İbrahim’in bir oğulları olmuştu. Erken doğum demişti ağanın karısı köydekilere.
Biricik oğullarının adını Murat koymuşlardı. Biz bu dünyadan muradımızı alamadık, oğlumuz alsın diyorlardı.
İbrahim yaşananları bile bile o çiftlikte kalamazdı. Amcasından babasından kalan bir parça toprağı istedi. Önce bozuntuya vermedi amcası, çiftlikte kalması için ısrar etti ama İbrahim’in ne kadar kararlı olduğunu görünce çaresizce kendisinin çorak tarlasını bu tarla sizin diye verdi. İbrahim biliyordu o tarlanın kendisinin olmadığını ama amcasını da üzmek, dünya malı için kırmak istemiyordu. Üç kişiye yeterdi bir parça toprak. Mühim olan kendileri mutlu ve huzurlu olsunlardı.
Murat henüz üç yaşındaydı İbrahim’i askere çağırdıklarında. Kararlı adımlarla Zakir ağanın karşısına dikildi. “ Bak Zakir ağa; bu güne kadar sana bir saygısızlık etmedim. Senin torununu, kendi oğlum bildim, öyle sevdim. Ben askere gidiyorum. Hacer’im önce Allah’a sonra sana emanet. Eğer emanetime ihanet ederseniz önce Süleyman ağayı, sonra da seni öldürürüm bunu böylece bilin.” Dedi.
Zakir ağa vicdanen zaten rahat değildi. Yemin verdi emanete hıyanet etmeyeceğine ve ettirmeyeceğine dair.
Her gün bir birlerine mektuplarla hasret gideriyorlardı. Muradımdan bol bol bahset diyordu İbrahim. “Beni bir tek size olan hasretim öldürüyor!” diyordu.
Askerde geçirdiği bir rahatsızlık sırasında baba olamayacağını öğrendi.
Asker dönüşü anlattı durumunu Hacer’e. O da Murat’ımız var ya! Bu sıkıntılar içinde ikinci çocuğa nasıl bakacaktık dedi. Hem kendini, hem eşini rahatlatmaktı niyeti. Eşinin askerden dönüşünü ve ondan bir çocuğu olmasını hayal ediyordu.
Murat okumayı çok seviyordu tıpkı babası gibi.
Ortaokul ve liseyi parasız yatılı okulda okumuştu. Üniversite imtihanlarından da yüksek puan alıp istediği bölümü kazanınca dünyalar onun olmuştu. Şimdi önlerinde tek engel vardı. O da para.
Babasının durumunu biliyordu. Babası okuldan istenen parayı karşılayamazdı. Öğretmenleri burstan bahsetmişlerdi ama…
İbrahim kafasına koymuştu bir kere. Ne olursa olsun oğlunu okutacaktı. Gerekirse şehre gider, kapıcılık yapardı. Elindeki çorak tarlayı satıp ta okul kayıt parasını yatırabilirlerdi.
İbrahim ilk olarak tanıdıkları sayesinde bir apartmanda kapıcılık işi buldu.
Okul kayıtlarının kapanmasına az bir süre kalmış ve tarla halen satılamamıştı. Son çare Zakir ağadan mı istesem diye düşünürken gelen haberle mutluluktan havaya uçuyordu. Şimdiye kadar kimseye avuç açmamıştı. Şimdi de açmayacaktı.
Tarlasını sattığı kişiyle noterdeki işlemleri halletmişler ve parayı alarak sevinç içinde oğluna müjdeyi vermeye gidiyordu.
Arkadan bir darbe aldı ve yere düştü. O daha ne olduğunu anlamadan elindeki paraları almış kaçıyordu iki genç.
Kafasını kaldırıma çarpmanın etkisiyle kanıyordu. Ayağını da burkmuştu demek ki ayağa kalkamadı.
Parasını alıp kaçan gençlerin arkasından bağırıp yalvarıyordu; “ O para oğlumun üniversite parası. Ne olur getirin. Bugün son gün! Yalvarıyorum size kaçmayın, gelin!”
Ayağa kalkamadığı için öfke duydu kendi kendine. Gözünden oluk oluk akan yaşlarla etrafına toplananlara yalvarıyordu.
“ Oğlumun geleceğiydi o para! Ne olur bulun…”
12 Mayıs 1997