13
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1592
Okunma

Ne güzel, ne dokunaklı bir şiirdir Ahmet Muhip Dıranas’ın “Olvido”su. Bir unutamayış
serenadıdır. Unutulmak istenilen, gönlümüzü üzen, aklımızı yoran her şeye “Elveda!”
diyememenin trajedisini anlatır. Şikâyet edilip de terk edilemeyenlerin ağıdını söyler.
Nedir bu şairlerin çilesi? Neden bu kadar içli, neden bu kadar anlamaya ve yanmaya aday
olurlar? Her şeyi anlamaya çalışmak yanmak demek. Anladıkça yanar şair, yandıkça özüne
döner; kendi özünden dışa bambaşka gözlerle bakar. Başkalarının aldandığı yalanlara
kanmaz, söylenen efsanelere inanmaz olur. Tesellisi zordur bir şairin bu yüzden, aldanışı
ölüm.
Akşam, ikindiden itibaren kendisini hissettirir hüzne meyilli ruhlara. Oldukça hoyrat
davranır üstelik onlara. Eğer günün saatleri umurunda bile değilse bir kişinin, akşamın
olması da onu olumlu ya da olumsuz hiçbir şekilde etkilemez. Oysa zamanın resmigeçidine
karşı hassas olan gönüller; havanın sarı, turuncu ve kızılla olan raksına kayıtsız
kalamazlar. Bütün gün sıradan işlerle, aşina çehrelerle oyalanan kederli ruhlar, akşam
olduğunda kabuğuna çekilir. İşte o zaman önce yalnızlık hücum eder üzerlerine onların.
Ardından gizli bir el derinlere hapsedilen, ümitsizce unutulmaya çalışılan her şeyi çekip
çıkarır kalplerinin ve dimağlarının sandıklarından.
Yaptığımız hatalar, işlediğimiz günahlar, gönlümüzde onulmaz yara açan ızdıraplar,
ümitsiz aşk hikâyeleri ve daha niceleri; unutulmaya layıktır layık olmasına ya, nedense
bizi asla terk etmezler. Koparıp atmak istedikçe onları, bizden bir parça olurlar.
Elimizden, ayağımızdan daha sadıktır onlar bize. Bir gece her zamanki gibi uyusak deriz,
güneş doğduğunda bambaşka bir ufka açsak gözlerimizi. Bir sihirli değnek uyurken değse
başımıza, silip yok etse bize acı veren her şeyi. Hayal etmek çare değil elbette!
Tıpkı Kabil’in Habil’le kardeşliğine eş; pişmanlık, unutmak arzumuzun kardeşi... Vicdan
atımızın terkisinde ebediyen yitmeyecek yanımız… İnsan olup da pişmanlık tuzağına
düşmeyen var mı acaba dünya gurbetinde, o kutlu âlemden müjdeler getiren elçilerimiz
hariç? Hem acıktırır hem doyurur bizi, hem tüketir hem de yeniden başlatır
pişmanlıklarımız. Keşkesiz bir yurda özlem duymaklığımız hep ondan. Pişman olmasaydık
eğer, insan da olamazdık. Unutmaya ve gönlümüzü avutmaya bu kadar susamazdık. Havva
Âdem’in kanına girdiğine kim bilir ne kadar da pişman olmuştur yapayalnız ve çırıl çıplak
bu sürgün yerine düştüğünde! Pişmanlıkları buldurmuştur belki de ona, ebedî eşini yeniden
bu âlemde. Hem zenginiz hem de fakir keşkelerimizle, hem üstünüz hem de hakir öyleyse.
Terk eden bir sevgiliyi hatırlamak yanmaların en harlısı olsa gerek. Hele bir de umursamaz
bir edayla hitap ediyorsa ona dair her ayrıntı kişiye. Hatırlayış yakar sayısız anıyı içinde
hapseden her aklı. Vefadan azade bir yâr, o yâre ait aslında hatırlanmaya bile
değmeyecek on binlerce detay, başkaları için gayet sıradan olan fakat âşığı içinde
tüketen her şey ne zorlu birer düşmandır yenilmeye asla eğilimi olmayan. Öyle zalim bir
yârdir ki âşığı darmadağın eden bir gülüşü bile esirgemiştir ondan.
Unutuş her türlü gamdan, her türlü endişeden azade eder bizi. Ne altınla, ne inci ne de
yakutla tartılır pahası. Merhemdir, ilaçtır o. Hani yaralanırız ya bazen bedenimizin
herhangi bir yerinden. Sonra derin de olsa yaralarımız, zamanla iyileşiriz; yaralarımız
kapanır ya bazen. Fakat izleri hep durur ya bedenimizde yaralarımızın hani. İşte
ruhumuzda açılan yaralar da böyledir. İyileşebiliriz zamanla belki, izleri hep ruhumuzun
tam da yaralandığı yerde aşikârdır buna rağmen. Bu yüzden tam bir unutma hâli
gerçekleşemez bizde aklımız erdiği müddetçe. “Sadece eski etkisini kaybeder gönül
yaralarımız.” diyeceğim. Onu bile diyemem, bu sebepten yanarım. Her zaman, her zaman
onlar bizledir; daha da doğrusu bizdedir. Aklı olan bir varlık olmanın en akla ziyan yönüdür
ölmeden unutamamak. “Ölmeden unutamamak!” deyince aklıma “ölmeden önce ölme”
ihtimalimiz geldi. Ölmeden önce ölmenin de ne çok türü var ya Rab! En hayırlısı Sen’in
rızan için olanı olsa gerek. Ötekilerden koru bizi!
Dertlerimizin maceraları çoktan sona erseler bile, içimizdeki izdüşümleri kolayca terk
etmeyecektir bizleri. Bu anlamda unutabilmek çoğu kez bir kutlu penceredir. Onun,
kederlerimize doğru müşfik ellerle uzanması, gecenin teşrifiyle kapanan perdeler gibi
onları koruyup kollaması; eşine benzerine az rastlanan bir cömertlik nişanesidir. Ne hoş,
ne tatlı bir histir unutuvermek; ağrılarla, sızılarla kavuran hastalıklarımızın ardından
yaşadığımız nekahet dönemi kadar hem de.
Gam, kasavet çöker sık sık, kesif bir sis gibi yaralanmış her kalbin üstüne, hele bir de bu
kalbin sahibi efkârlanmaya ezelden meyyalse. O zaman küçük bir çocuk annesini
çağırırcasına, terk edilmiş bir âşık sevgilisine seslenircesine davet eder kişi unutuşun
sihirli dokunuşlarını. Bu dokunuşlar gecenin karanlığıyla eşanlamlıdır çoğu kez. Her şeyi
simsiyah örtüsüyle örter, yok etmese de onları. Özlenen, muzdarip dimağ tarafından;
gece midir acaba, yoksa unutabilmek melekesi midir? Gamdan ve kasavetten ne
kurtarabilir onu? Derin bir uykunun kollarına bırakmak mı kendini, yoksa unutuşun zümrüt
sinesinde kendinden vazgeçmek mi?
Yitikler, mağluplar ve mahzunlar. Dünyanın en şansız yaratılmışlarıdır onlar. Bir şeylerini
yitirmiş, bir yerlerde yitip gitmiştir hepsi. Bu yüzden mağlup sayarlar kendilerini, bu
yüzden mağlup kabul edilirler başkalarınca. Mahzun ve melûl gezerler halk içinde. Hayat
bir yönüyle acımasız bir savaş değil midir zaten? Bir muharebe meydanı, görünmez
kanların ve saydam gözyaşlarının arzı endam ettiği bir kördövüş sahnesi… Ya kurt ya da
kuzu olunur burada ya da insan kalınır bütün acımasız şartların inadına. Bana öyle geliyor
ki biz insanlar pek tuhafız birbirimizin canını yakmak bahsinde yarıştığımız için,
birbirimizin etini canla başla yemeye talip olduğumuz için, ellerimizi, dillerimizi
kardeşlerimizin kanına kolayca bulayabildiğimiz için. Bu yüzden dünya maceramızda
görünürde de olsa galiplerimiz ve yitiklerimiz hiç eksik olmayacak, mağluplarımız ve
mahzunlarımız hep aramızda dolaşacaklar ne yazık! Belki de biz olacağız onlardan biri,
unutmak hazinesine hasret kalacağız kim bilir? “Olvido” şiirinin bir yerinde Ahmet Muhip
Dıranas unutuşa şöyle sesleniyor karamsar davetini ona bildirmeden henüz:
“Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven/ Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik/ Ve cümle
yitikler, mağluplar, mahzunlar...”