12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1806
Okunma
Yeni yağmurların altında eski şemsiyelerle gezeriz…
İçimizde bir an önce bir kovuğa sığınma telaşıyla ne kokusunu duyarız yağmurun ne de tenimize ipek dokunuşunu. Bu örneği hayatımızın her döneminde her köşesinde benzer örneklerle beraber yaşarız. Bilinmeyene, yeniye karşı bu çekinik tavrımızın altında yatan geçmişten getirdiğimiz eskiliktir… eski, hımbıl güven duygusunun hegemonyasında özgürlüğün asi türküsünü söylememiz oldukça zor olur. Yeniliğe göğsünü açarak yaşayanlar, bu güven duygusundan sıkılıp güvenli barınaklarını terk etme cesaretini göstermişlerdir.
Sanatın her dalı, yenilik üzerine örülüdür. Çevremizde etten duvarlar oluşturan sanatçı (!) soytarıları aşabilirsek, kalabalığın içine sıkışmış, bu aydınlık ve cesur insanları görebiliriz.
Yeniyi yaşamak cesaret ister…
Siz hiç korkak bir sanatçı gördünüz mü? Sözü şiire getirirsek; siz hiç korkak şair gördünüz mü?
Şair öncelikle iç dünyasını dış etkilere açan insandır. Fırtınalı okyanusta bir ceviz kabuğu gibi… buna şiirsel yaşamak denebilir. Şiirsel yaşamak ille de şiir yazmayı gerektirmez. Fakat şiir yazmak için illa ki şiirsel yaşamak gerekir. Bir kasap da şiirsel yaşayabilir, bir terzi de marangoz da… şiirsel yaşamak, şiir yazmayı değil öncelikle kendini var etme cesaretine ve farkındalığına sahip olmayı kapsar. Sonra da belli bir duygu yoğunluğunu ve estetik değerler birikimini… şiirsel yaşamanın bir getirisi olarak şiir yaratılabilir ki buna şiir eylemek de diyebiliriz. Şiir eylemenin yolu şiirsel yaşamdan geçer. Buna cesaret edemeyenler yüzeysel ve eski sözlerden başkasını söylemez..
Oysa şiir her dem yenidir, tazedir, ışıltılıdır… şair ise şiirin öznesidir… ancak buradaki eylem geçişli bir eylemdir çünkü şiirin öznesi yine kendisidir. Şair sadece aracıdır, bir araçtır, geçiş yeridir… Şiir şairi vasıtasıyla kendini gerçekleştirir…
--
Yaratmak bir erdemdir… çünkü her insan yaratıcı doğar ancak pek azımız bu yeteneğimize sahip çıkabiliriz. Sahip çıkmak, var olanı kollamak ve geliştirmek bir erdemdir…
Ve özünü kendi yaratan tek varlık, insandır. İnsandan başka her varlıkta yapış varoluştan önce gelir. Önce var olup sonra kendini yaratan sadece insandır. Yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan var olmadan önce tanımlanamaz, çünkü var olmadan önce hiçbir şey değildir. Ancak var olduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Yani insan insanlığını kendi yapar.
Demek ki bu yapış keyfe bağlı bir yapıştır. Öyleyse bu keyifsel özgürlük de ölümün ötesindeki hiçlik karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varoluşçular böyle demiyorlar elbet. Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” denilen cogito’sundan yola çıktıklarını söylüyorlar. Onlara göre bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur.
Herhangi bir gerçeğin oluşabilmesi içinse ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir.
Bu gerçek, insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi
gerçeğidir. İnsan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan, kendi
gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem
var olması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. Oysa yine de kendini yapan sadece
insanın kendisidir. Başkalarının içinden geçmesi yaptığını değerlendirmek içindir.
--
Eylem, hayata kendiliğinden bir karşılık vermedir. Hayatın bir ihtiyacından doğar ve karşılığını bulur.
yaratmak bir eylemdir ancak kendiliğinden oluşan bir eylem yani eylemsizlik içinde bir eylem… çünkü yaratıcılık bir şeyin senin vasıtanla var olmasına yol açmaktır, zemin sunmaktır… hayata yer açarsanız hayat var olur… bir yol, bir tünel, bir flüt, bir boşluk olursanız… çeperleri sessizlik olan bir boşluk…
“Duyular sessizlikte açılır” demişti Jean-Luc Nancy
"Sessizlik başka bir şeyin salt yokluğu değildir, ancak ürkütücüdür" diyor Bernard P.Dauenhauer…
Bu yüzden uygarlık denen canavar sessizliği yok etti ve insan kendini yaratamaz oldu.
Oysa eylem sessiz bir zihinden çıkar; bir konusu vardır, bir ihtiyaç vardır ve kendiliğinden oluşur ve yaratıcılığı içinde barındırır.
Spielberg’e göre de olaybilim sessizlikte başlar.
Yaratmak için gevşemek gerekir… tüm varlığınla, ruhunla gevşemek…
Gevşemek sadece kaslarını serbest bırakmak değil, zihnini de serbest bırakmak, içini boşaltmaktır. Gevşedikçe içimizdeki enerji serbest kalır, yükselir, kabarır. Gevşemek, enerjinin dönüşüm geçirmesidir ki ancak bu durumda yaratıcı olunur.
Eylemle aktiviteyi birbirinden ayırmak gerekir. Günümüzde şair lakabı takılan pek çok kimsenin şiir aktivitesinde bulunduğunu gözlemliyorum ancak şiiri yaratmanın şiir aktivitesinden ontolojik anlamda büyük bir farkı var. Bu fark; yeni ile eski arasındaki fark gibidir, o kadardır. Yaratma eylemindeki kendiliğindenlik, o susuz ihtiyaç, aktivitede yoktur. Aktivite zihnimizi ve bedenimizi sessiz kılmamak adına yapageldiğimiz eskinin tekrarıdır.
Aktiviteler gevşemeyi engeller çünkü aktivite kendinden kaçmaktır, huzursuz bir zihnin ürünüdür, geçmişin ve öğretilerin pençesindedir. gürültülüdür… oysa yaratmak eylemi sessizlikte oluşur…. sessizlikte dili yokmuş görünen pek çok şeyin dilini çözebiliriz, bedensel dinlemeyi öğrenirsek...
Şiir aktivitesinde bulunanlarla şairleri karıştırmamak gerekiyor. Gözlemliyorum ki pek çok ünlü kişi aslında şair değil… şiirsel bir yaşamdan beslenmedikleri gibi şiir de yaratmıyorlar ve ardışık olarak yorumlamak üzere şiir de seçemiyorlar. Medya veya çevreleri vasıtasıyla meşhur oluyorlar. Bu kandırmaca benim ruhumdaki şiir çölünü ferahlatmıyor. Çünkü şiir, her ne kadar şairini susuz bırakır, halden düşürürse de dinleyen ya da okurun çölünü yeşertir. Şiir duyduğumda çölümün kuşları havalanır, vahalar oluşur, yeller eser, içime göller düşer…
Şiirsel yaşamdan geçenler ancak şiirin ne’liğinin ayırdında olabilir. Medyatik kandırmacalar şiir yaşayanları asla yanıltamaz. Şiir bir seçme erdemliliğine sahip olmayı gerekli kılmıştır çünkü. Şiir yaratsa da şiir okusa da bu seçicilik ölçeği her dem göğsünde hazır bekler.
Şiir oluşturmak bir aktivitedir çünkü… dilin kıvrımlarını, gramerini ve şiir kurallarını biliyorsanız şiir oluşturabilirsiniz. Bu aktivite kelimelerle oynanan bir oyundur. Oyunu iyi bildiğin ölçüde şiir yazabilirsin. Hatta bu yazdığın teknik olarak mükemmel bile olabilir ancak bu mükemmel bir gövdedir… ruhtan yoksun bir mükemmel beden.
Ruh, ancak şair şiirinin içinde kaybolduğunda vardır. Şair yarattığı şiiri bilinmez bir güç üzerinden yapmıştır. Gerçek şair ruhunu şiire teslim ettiğinin farkındalığını yaşar. İşte bu teslimiyetin eylemsizliğe, sessiz bir zihne ihtiyacı vardır.
Gerçek buluşlar tutuşmaktan doğar…çünkü tutuşanlar yoğunluğu yaşatırlar..yoğunluk ancak olgunların içinden çıkar.. sanatın özü olan yenilik kendini olgunlukta gösterebilir. yeni olan şey derinde yaşar ancak.şiir bir tutuşmanın sonucu ise mutludur…
Şair sessizliğin bekçisidir. Sessizleşir ve egosunu yoğaltır ya da şiire teslim eder, içindeki o renkli boşluğu oluşturur… bir çalgı gibi… o sınırsız enerjinin içinde özgürce dolanmasına izin verir. O bilinmez güç, tıpkı bir çalgı gibi ondan nağmeler çıkaracaktır.
Şair bir saz’dır… sonsuzun üflediği, sonsuzun çaldığı bir saz. Şiir, sonsuzun bestesidir ve gerçek şair bu bestenin onun olmadığının, sadece aracılık yaptığının farkındalığında yaşar.
Gerçek şair, sadece aracı olduğunun bilinciyle bir büyük tevazuunun içinde müthiş bir doyumun, boşalmanın ertesindedir.
Gerçek yaratıcı, saygınlık ve şöhret ve dahi mükemmelin peşinde koşmaz. çünkü egosunu sanatına teslim etmiştir . Egodur herkesten iyi olma ya da mükemmel olma telaşında olan.
Sartre’a göre; eylemlerin, duyguların, düşüncelerin kaynağı olan bir iç ben ya da “ego” yoktur. Ego ancak, geçmişteki psişik etkinlikleri üzerine düşünen bilinç tarafından oluşturulur. Yani Ego, daha önceki deneyimlerin psişik kalıntılarından yaratılır ve onların ideal ve dolaylı birliğini temsil eder. Ben denilen şey düşsel bir yapıntıdır, bilincin dışındadır. Ego dediğimiz şey bilincin sentetik bir ürünüdür, birlik sağlayan değil birleştirilmiş olandır, içkin değil aşkındır. Ego, dünyaya ait bir nesnedir. Sartre Ego’yu bilinçten tamamen kapı dışarı etmek ister, çünkü Varlık ve Hiçlik’te göreceğimiz gibi, insan gerçekliğiyle ya da bir başka deyişle bilinçle özdeş tutulan ‘kendisi-için-varlık’ kategorisinin içinde, kendine ait hiçbir içerik olmamalıdır, yani onda ‘kendinde-varlık’ kategorisinin izini taşıyan hiçbir yabancı unsur bulunmamalıdır.
Doğa iyi bir öğretmendir. Doğanın mükemmelliği işte bu eksik ve çirkinliğin de bütün içinde yer almasındadır. Bir şiir yaratacaksınız, diyorsunuz ki “mükemmel” olsun. Şiirin kurallarını biliyorsunuz, dili biliyorsunuz, sözcükleri, ne diyeceğinizi ve nasıl diyeceğinizi de seçtiniz ve siz o mükemmel şiiri oluşturabilirsiniz. “mükemmel”… elbette mükemmeldir… mükemmel bir ölü… mükemmel bir beden…
Peki ya ruh nerde?
Gerçek yaratıcı ya da şair bütünlüğü düşünür ancak mükemmelliği düşünmez. O ben’ini şiire teslim etmiştir çünkü bilir ki mükemmel olan aynı zamanda ölüdür. Mükemmel olan eksik demektir;. “her şey tamam” diyorsanız, eksiksiniz demektir.
Bir bahçe düşünün… bu bahçeyi mükemmel yapmak için uğraşın. Binbir tür çiçek, yemyeşil dallar ve yapraklar, tertemiz toprak… “cennet gibi” dersiniz; “mükemmel!”
İşte o bahçe eksiktir… nerde kuru dallar, ölü yapraklar, solan çiçekler?
“Mükemmel şiir” yoktur da olsa bile o ancak ruhtan yoksun bir mükemmel gövdedir çünkü, dilin ve şiirin kuralları içinde ruhun özgür olması, canlı olması düşünülemez.
Gerçek şair mükemmelliği düşünmeden kendini şiirine teslim eder; o sadece şiirin içinde olma derdindedir. “İnsan düşlerken tanrıdır, düşünürken dilenci” diyor Hölderline…
Şair şiirini yarattıktan sonra bir başka boyuta geçer. Artık asla eskisi gibi değildir. Gevşemiş, dolmuş, acı çekmiş ve boşalmıştır. Şairin dölü doğmuştur artık ve bu boyutta ne para ne şöhret onun umurunda olabilir. Bu hazdan daha büyük bir haz değildir çünkü bu saydıklarım. Şöhret onu bulabilir, para da, saygınlık da… ancak bunların önemi yoktur gerçek şair için.
Can Yücel “sevgi duvarı” adlı şiirinde “yalnızlığım benim sidikli kontesim / ne kadar rezil olursak o kadar iyi” derken şairin kalabalıklar içindeki ıssızlığını ve saygınlığı nasıl da dalgaya alışını imliyor değil mi?
Şair de her sanatçı, her yaratıcı gibi yaratmanın dünyayı güzellediğini bilir… yaratıcı insan ustadır, zengindir, doygundur. Para ve şöhret peşinde koşan “sahte usta”lar ise son nefeslerinde fark ederler ki onlar yaşamları boyunca bir dilenciden farklı değildirler, sürekli birilerinden bir şeyler dilenmişler ya da dirhem dirhem varlıklarını satmışlar, fakirleşmişlerdir.
Onlar saygın (!) insanlardır. Aptal insanlar tarafından saygı görmek için onların istek ve beklentilerine uygun davranmış ve aslında hiçbir şey kazanamamış tam tersi kendilerini bitirmişlerdir. Saygın insanlar yaratıcı olamazlar çünkü saygınlıklarını riske atamazlar.
Şiir yaratanla şiir oluşturan fark burada belirgindir.
Gerçek sanatçılar, şairler, yaratıcılar için ise saygınlık önemli değildir. Tarihte bunun pek çok örneğini görürüz ki büyük yaratıcılar pek de saygın değildir ve genellikle toplum tarafından cezalandırılmış ancak ölümlerinden sonra anlaşılarak ölüleri saygınlık kazanmıştır.
ışık içinde olsunlar…
Filiz Bedük...