15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1488
Okunma

Yaşlandıkça çocukluğumu daha bir düşünür, daha bir özler oldum. Bunun sebebi; Yaşlanmaktan korktuğum, kabullenmek istemediğim için mi? Yoksa geçirdiğim çok güzel bir çocukluk döneminden sonra, hayatın omuzlarıma yüklemiş olduğu acılar ve sorumluluklardan bunalmış olmam mı? Henüz cevabından emin değilim. Emin olduğum bir şey varsa, çok güzel bir çocukluk geçirdiğimdir.
Üç çocuklu öğretmen bir babanın ortanca çocuğuydum. Erkek kardeşimle aramızda on bir yaş vardı. Bu yüzden evin “küçük çocuk” olma özelliğini, uzun bir süre keyfine vara vara yaşadım. Annem ev hanımı olmasına rağmen hiç boş durmazdı. Babama örgü makinesi aldırmış, dışarıya örgü örüyor, babama ek gelir sağlıyordu.
Evimiz şimdikinin dubleks villasıydı. :) Alt katta bir oda ve mutfak, üst katta salon ve yatak odası vardı, sobalıydı. Oturma odasında karşılıklı iki tane somya. Somyaların üzerinde yün yatak ve yatakların üzerinde de güzel goblen kumaştan etekleri pilili somya örtüsü ve kırlentleri, misafir odamızda da klasik koltuk takımı ve büfemiz vardı. Yatak odasında krem renginde, formikadan yatak odası takımı bulunuyordu. Evin en sevdiğim yeriydi mutfak. Yeni aldığımız Arçelik buzdolabımızda bulunan, cam şişe coca colaları annemden gizlice kaçırıp içmek, en büyük zevklerimden biriydi. Öyle şimdiki gibi ayrı çocuk odaları yoktu. Kardeşim doğana kadar, ablamla ikimiz karşılıklı somyalarda yatıyorduk. Giyeceklerimizi annem ütüler, katlar, naylon selelere yerleştirir. Naylon seleleri de, somyaların altına koyardı.
Giyinmeyi çok seven ben, günde en az iki-üç defa kıyafet değiştirir, annemin güzelce yerleştirdiği eşyalarımı alt üst ederdim. Ne kadar sabırlıydın sen annem, ben dağıttıkça sen hiç sesini yükseltmeden toplardın.
Komşu çocukları Deniz, Serhan, Alper, Erdal, Erol, Cevdet, Cihan, Yekta… İsimlerini yazmaya kalksam, sanırım birkaç paragraf olur. En çok sevdiğim arkadaşım Deniz… Ne çocukluk maceraları yaşadık ikimiz...
Deniz, Serhan ve bizim evlerimiz yan yanaydı, bahçelerimiz bitişik. Sabah gözünü açan, bahçeye çıkıp bağırmaya başlardı.”DENİZZZ”, “SERHANNN”,”SEVGİİİ.” Bütün gün evcilik, saklambaç, istop, makara, seksek oynar, bisiklete binerdik. Makara oynamak için boş makaran olması gerekir. Bir de eğimli pencere taşı. Boş makarayı taşa yuvarlarsınız, makara dönüp gelene kadar belirli hareketleri ve şarkısı var, onları yapmak zorundasınız. Siz hareketleri yapana kadar, makara yere düşerse oyunu kaybedersiniz.
Yukarıda da dedim ya, en sevdiğim arkadaşım Deniz’di. Çünkü Serhan ne yapar eder, mızıkçılık çıkaracak bir sebep bulur, oyunumuzu bozardı. Bozarsa bozsun… Biz de onu saf dışı bırakır, Deniz’le ikimiz oynardık… Bahçemizde vişne, erik, armut ağaçları vardı. Hava kararana kadar bahçede ağaç tepelerinden inmezdik. Ağaçların alt dallarında yere takla atarak inerdim. Hatta bu yüzden, bir keresinde ölümden dönmüştüm. Dala tutunup tam takla atacakken elim kaymış ve direk yere çakılmıştım. Düşünce bayılmışım, kendime geldiğimde annem ve Deniz’in annesi rahmetli Ayten Teyze’m başımdaydı.
En sevdiğim zamanlardan biri de, babamın eve gelişiydi. Babamı gelirken gördüğümde “baba, baba” diye bağırarak koşar ve boynuna atlardım. Babacığım da hemen beni omuzlarına alır, eve öyle girerdik. Yenen akşam yemeğinden sonra açılan radyodan “Bediha Akartürk ve Özay Gönlüm’den türküler” çalar, biz babamla oynardık. “Radyo tiyatrosu” nu heyecanla dinlerdik. O zamanlar elektrikler çok sık kesilirdi. Hemen hemen her gece karanlıkta kaldığımızda, mum ışığında babam bize karanlıktan korkmayalım diye gölge oyunları yapardı. Sessiz sinema, kulaktan kulağa oynar, çoğu gece ya parka, ya da okulun bahçesine giderdik. Tabi ben hep babamın omuzlarında… Bu kocaman olana kadar devam etti.
Biraz daha büyüdüğümde, çarşamba günleri sinemada “kadınlar matinesi” olurdu. Her Çarşamba annem, arkadaşları ve biz çocukları aboneydik sinemaya. Sinemaya gülüş cümbüş girilir, çıkarken salya sümük ağlaya ağlaya çıkılırdı.
Daha sonra 56 ekran Grundig siyah-beyaz televizyon aldık. Akşamları bütün mahalle çoluk çocuk bizde. Televizyon alıp, keyfini sürmek ne mümkün… Biz; ablam, annem ve ben gelenlere çay servisindeyiz. Salı günleri “Türk Sineması” kuşağı olduğunda da, hiçbir filmi tam izleyemezdik…
Hıı… Bir de, bir film izlerken erkeğin kızı öpmesini bırakın, sarılsalar bile bütün çocukların kafası ters yöne çevrilir, hele evimizde erkek çocuklar varsa utancımızdan yerin dibine girerdik. Hele babamla radyodan maç dinlemelerimiz olurdu ki sormayın. Koyu Fenerbahçe taraftarı olan babacığım bizi etrafına toplar, fener bahçenin attığı her golde, bizi kucaklayıp somyanın üzerine atardı. Somya yaylı olduğundan zıplardık, çok hoşuma giderdi…
Sonra bir gece babam ablamla ikimizi uykumuzdan uyandırdı “Uyanın, kardeşiniz geliyor” dedi. Üst kata çıkan merdivenlerin en üst basamağına oturup, beklemeye başladık. Bir müddet sonra, odadan bebek ağlama sesi geldi. Babamın o halini unutmam mümkün değil. Gözlerinde ki sevinci bize sarılmasını… O zamanlar ultrason olmadığı için, çocuğun cinsiyetini önceden bilmek söz konusu değildi. Hele ebe çıkıp “Müjde!!! Oğlun oldu” demesi, hepimizi ayrı bir sevince boğmuştu. Yooo… Ne babam, ne annem erkek, kız ayrımı yapmazlar, yapmadılar. Sevincimiz, sadece farklı cinsiyet olduğu içindi…
Kardeşimi hiç kıskanmadım, aksine ablamla ikimiz onun küçük anneleri olmuştuk. Kocaman adam oldu, hâlâ bizim çocuğumuz gibidir. Kardeşime kıyamayız, çocuğumuz gibi korumaya çalışır, elimizden geleni yaparız…
Sonra büyüdük… Büyüdükçe hayatın zorlukları omuzlarıma binmeye başladı. Önce ablam evlendi, ardından ben… Neşesi, sevinci, üzüntüsü, acısıyla yarım asıra gelmekteyim. Bazen omuzlarımdaki yükü taşımak o kadar zor geliyor ki… Etrafımda sevdiklerim birer birer benden ayrılırken, her birinin bıraktığı izler yüreğimi çok acıtıyor…
Yine duygulandım, yine gözyaşlarım dinlemeyecek beni… Bu da yaşlılığın belirtisi… Ortalığı daha fazla sulandırmadan bitirmeliyim…
İyi ki her şeyimi paylaşacak sizler varsınız… Sevgilerimle…