11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1743
Okunma
Bugün kendimle söyleşeceğim. Uçsuz bucaksız kâinatta gezineceğim. Yüce Yaratan’ın yarattıklarını inceleyeceğim. Öyle de yaptım. Kendimi doğaya atıp, irice bir taşın üstüne oturdum. Başımı gökyüzüne kaldırdım. Bulutlara bakıyorum; ne muhteşem bir tablo.
Bulutlar, yer yer koyu mavi okyanusa benziyor. Bazı yerleri, yığın yığın yeni atılmış yatak içi gibi. Üzerine atlayıp, havalarda uçasım geldi. Sonra güneş takıldı gözlerime. Gözlerimi kıstım, oldum olası güneşe bakamam. Her gün gördüğümüz güneş, doğudan doğup, batıdan batıyor. Kendi ekseni etrafında durup usanmadan dönüyor. Peki havada nasıl duruyor? Zinciri yok, tasması yok. İnsan aklı almayacak. İnsanı düşünmeye sevk ediyor. Beni de…İçinden çıkamıyorum.
Ağır ağır gözlerimi indiriyorum. Dağların zirvesindeyim. İrili ufaklı ağaçlar birbiriyle yarışıyor. Yemyeşil, zümrüt gibi görünüyor karşıdan. Ya dağlar, dağlara ne demeli? Onlar arşın kazıkları; dünyayı dengede tutmak için yaratılmışlar. Bilinçli, bilerek.Her yeri aynı güzellikte değil dağların. Az ileride ağaçsız, kel bir tepe gözüme ilişiyor. İnsanlar ve makineler var. Meğer ne değerliymiş o kel tepe; altın varmış. O insanlar oradan altın çıkarıyorlarmış. Küçük beynim, tekrar düşüncelere gark oldu. Diyor ki bana, bu ağaçlar bitse, yağmur yağdıracak, havayı temizleyecek, nefes alacak; ağaç kalmayınca, dağlar dolusu altın olsa ne işimize yarar?
Bunu şimdilik kimseye anlatamam. Anlamazlar da zaten. Ta ki son ağaç kesilene kadar.O zaman da iş işten geçmiş, hayat bitmiş olacak. Tabiattaki canlılar bitince, insanlar yaşar mı? Yaşamaz elbet. Bu düşünceler beni çok üzüyor. Gözlerimi ağır ağır yamaçlardan aşağılara kaydırıyorum. Üzüm bağları ilişiyor gözlerime, kenarlarında ağaçlar var yine; yaşam belirtisi. İrili ufaklı. Ne güzel yaratmış yaradanım üzümü, tadı güzel, kendi güzel. Biz insanlar, değişik tatlardan hoşlanırız ya hemen üzümün de çaresine bakmışız. Pekmez yapmışız. Şarap yapmışız. Olmadı şampanya, sirke yapmışız.
Bağın hemen yanında buğday tarlaları, sapsarı olgunlaşmış başaklar ahenkle sallanıyor; rüzgârla dans ediyor adeta. Tarlanın hemen kenarında, suyu kurumuş dere gözüme ilişiyor. Bakmayın şimdi kuruduğuna, yağmurlar yağınca taşıyor bile. Sol tarafıma bakıyorum, yüksek yüksek sütunları ile asırlar öncesinden kalma bir harabe: Ey insanoğlu! Senden önce burada insanlar yaşardı. Heybetliydiler, zekiydiler, çalışkandılar. Bak yaptıkları eserlere; nasıl gelmiş asırlar ötesinden gününüze. Şimdi neredeler, nereye gittiler? Ders al benden! Aklını başına devşir! Bizi Allah, sizlerin görmesi için numune bıraktı. Siz düşünüp ders alasınız diye. Yaradan’ımın sesini duyar gibi oldum. (Ben nice canları yok ettim, sizi de yok edeceğim! Hani hazırlık! Hazır mısınız?)
Hemen başımı önüme eğip ağladım. Yok. Hiçbir hazırlığım yok. Allah’ım, beni şeytana kulluk edenlerden eğleme. Yüzümü nar-ı cehennem de yakma ya Rab. Yakma ya Rab! Bir süre kendime gelemedim. Başımı ağır ağır kaldırıp sol yanıma baktım. Harabenin altında beş adam, ellerinde minik fırçaları, keserleriyle geçmişlerini arıyorlar. Aramayın boşuna, biz geçmişimizi kaybedeli çok oldu. harabenin içindeki, kocaman ev büyüklüğündeki mermer çarkı inceledim. Kendimden geçtim. Mermerden yapılmış kocaman bir çark. Ne için yapılmış, nerelerde kullanılmış akıl erdiremedim. Çarktan aldığım ders, zaman geriye gitmiyor. Önüme baktım. Çarkı tersine döndürüp, dişlileri kırmaktansa, vakit varken hemen tövbeye başladım. Dünyada kim yaşamışsa, hepsi bırakıp gitmiş. Giderken hiçbir şeyi götürmemişler. Koca koca çarklar öylece duruyor. Benim arkamda kalacak çarkım bile yok.
Emine/Manisa/14/05/2010