13
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1482
Okunma

(Müebbetlik Hayatım’dan)
İlk siyah-beyaz televizyonlar çıkmış, her yerde olduğu gibi, Kurtköy’de de öncelikle kahvelere konmaya başlanmıştı. Yine en son bizim kahveye alabildik. İki bin liralık peşinatı veren bir başkası idi. Remzi Bey’in kahvemizin yanına inşa ettiği ekmek fırınını çalıştıran Karadeniz’li bir adam. Fakat o daha önce İbrahim Ağa’nın yaptığı gibi, faiz falan istemedi bizden.
Yeniden film kiralamaya başladığım darfilm şirketi, seyyar sinemacılığı kaldırıp, yerine ’Her köye bir sinema’ kampanyası başlatmıştı. Ben de artık sadece Kurtköy’deki kendi kahvemizde sinema oynatıyordum. Her gün değişik bir film. Daha önceleri siyah-beyaz olan filmlerimiz, televizyonla rekabet açısından, zorunlu olarak renkli olmuştu. İlk oynattığım renkli filmin ’Köyden İndim Şehire ’ olduğunu unutmadım. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe ve Kemal Sunal. Kemal Sunal’ı baş role götüren bu ve devamı olan ’Salak Milyonerler ’ dir.
(Şunu hatırlatmam gerekiyor : Bu film Türk sinemasının değil, bizim oynattığımız on altı mm. lik filmlerin ilk renkli olanıdır.)
Sinema makinemi kahvenin dışındaki bir masanın üzerine kurar, ocaklığın yanındaki duvarı da perde olarak kullanırdım. Duvarın köşesine yerleştirdiğimiz televizyon, haberler bitene kadar açık kalır, sonra da kapatıp sinemaya başlardım.
Televizyon rekabeti, açık-saçık filmleri de beraberinde getirmişti. Maalesef seyirci de bu tür filmlere ilgi gösteriyordu. Bu iş çok ağrıma gitmeye başladı. Çin’lilerin karate filmleri ve bizim çıplak kadınların sergilendiği rezalet filmlerimiz ! Çok moral bozucu.
......
Köylerdeki tüm elektrik direkleri ağaçtandı. Her rüzgâr ve yağışta yıkılan direkler, kopan teller mutlaka olurdu. O yüzden sık sık olan elektrik kesilmelerine alışmıştık. Fakat , ağır yükten olduğu söylenen trafo patlaması sonucunda, elektriklerin bir aydan daha önce gelmeyeceği, bizi kara kara düşündürmeye başlamıştı. Televizyonu aldığımız yerden, bir de buzdolabı almıştık kahveye. İkisinin de taksidi vardı.
Firarî olduğuna inandığım, Kartal Kemâl lâkaplı , benden yaşça büyük, fanatik ülkücü, bir arkadaşım vardı. Bizim kahvede takılır, beni çok severdi. Tabii, bir taraftan da ülkücülüğü aşılardı. Onun, özellikle tarih bilgisine hayrandım. Bilgili ve yetenekliydi. Şiirler, romanlar yazardı. Tabii hepsi de ülkücülük üzerine. Üstelik tiyatro bilgisi ve sihirbazlık yeteneği de vardı. Bir defasında bizim kahvede gösteri düzenledi. ’Zara Kartal Kemâl’ diye
afişleri vardı. Ben ona gerçek ismiyle hitap ederdim. ’Mustafa Ağabey’ derdim. Kimliğinde
’Mustafa Çallı’ yazdığını görmüştüm.
Mustafa Ağabey, inşaatlarda çalışırdı genellikle. Yevmiye ile değil de, toptan iş almayı tercih ederdi. Boylu poslu ve güçlü kuvvetliydi. Bir ay kadar elektiriklerin kesik olacağı, benim sinema oynatamayacağım ve taksitlerim olduğu söz konusu olunca, bana inşaatlarda onunla birlikte çalışmamı teklif etti. Fakat ben daha önce hiç beden işi yapmamıştım. Elime ne kazma- kürek ne de çekiç- keser almıştım. Bana yardımcı olup, idare edeceğini söyleyince cesaret alıp kabul ettim.
Köyün dışında, Malatya’lı Muharrem Usta’nın bir işini almıştı. Adamın kendi evinin yanında yaptığı bir inşaattaydı iş. Biriket -tuğla taşıma, kum eleme, harç yapma vb. Çok zorlanıyordum. Ellerim acıyor, şişiyor ve hatta yara oluyordu. Fakat başka çarem olmadığı için dayanmaya çalışıyordum.
Hafif saf bir eşi vardı Muharrem Usta’nın. Bir de kızı. Yemeklerimizi ve çaylarımızı eşi ile kızı hazırlayıp bize sofra kuruyorlardı. Yemek ve çay saatleri Mustafa Ağabey’in, bizimle çalışan Basri ve Mehmet Köroğlu kardeşler ile yaptığı ilginç sohbetlerle çok eğlenceli geçiyordu. Basri orta boylu, düz ve sarı saçlıydı. Kıvırcık ve kumral saçlı olan ağabeyi ,şöhret meraklısı idi. Bir gün mutlaka besteleri ve türküleriyle meşhur olacağına inanmıştı. (Daha sonra üşüttü çocukcağız.)
Bu sohbetler arasında Muharrem Usta’nın kızı ile aramızda bir şeyler gelişmeye başladı. Aslında oldukça ufaktı. İlk günlerde gözüme çocuk gibi görünmeye başlamıştı. Fakat git gide büyümüştü sanki. Hiç aşktan, sevgiden söz etmeden, bakışlarımızla sevgili oluverdik.
Bir ay kadar sonra,patlayan trafonun yerine yenisi takıldı ve ektirklerimiz geldi. Benim de inşaat işçiliğim bitip, sinemacılık günlerim yeniden başladı.
Hatice idi adı. Kısa boylu, esmer, az konuşan, cılız, fakat safdı, doğaldı. Sevmiştim işte. Şimdi ileride evlenmeyi düşündüğüm o vardı hayatımda. Kahvemizin bitişiğindeki Remzi Ağabey’in bakkalına alış verişe gelirdi. Eve giderken eşlik ederdim ona. Aldıklarını taşımasına yardım ederdim. Hiç aşktan söz etmesek de birlikte yürüyebilirdik Kurtköy’ün sokaklarında. Herkes duymuş ve anlamıştı aşkımızı. Sadece biz birbirimize sözlerimizle değil de bakışlarımızla söylemiştik.
................
Mevsim yaz olmuştu. Kahvenin arkasında, Remzi Ağabey’e ait olan bahçeyi biriketlerle çevirip, yazlık sinema yapmıştık. Mustafa Ağabey’in aklı ve yardımı ile olmuştu bu iş. Hülya Koçyiğit’in ’Gelin’, ’Düğün’ filmlerinin ve Emel Sayın’ın ’Hasret ’ adlı filminin olduğu dönem. Onların afişleriyle süslemiştim sinemamı. Kadınlar ve kızlar da geldiği için, açık- saçık filmleri oynatmıyordum orada. Bir defasında Hatice de sinemaya gelmişti. Çok sevinmiştim.
............
İstanbul’a film almaya gittiğim bir günün dönüşünde, minibüsten indiğimde, kahvemizin önünde büyük bir kavganın olduğunu gördüm. Hemen koştum. Hatice’nin babası Muharrem Usta’nın, köyün belâlıları olmaya başlayan Karadenizliler tarafından dövüldüğünü görünce, müdahale etmeye kalkıştım. Sevdiğimin babasıydı çünkü.
Sebebini öğrendiğimde inanamadım. Kızıyla cinsel ilişkiye girmiş Muharrem Usta. Kızı hamileymiş üstelik !
-’Yalandır yahu ; olur mu öyle şey ?’
-’İtiraf etmiş p....k!’
-’Öz kızı değildir o zaman!’
Sözü edilen kız Hatice idi. Benim sevdiğim, ileride evlenmeyi düşündüğüm kız ; Hatice’m!
Benden hep kaçtı o günden sonra. Bir türlü konuşamadım. Bir süre sonra evlendirildi ve çocuğunu dünyaya getirdi Hatice......
(Devamı ; Ölmek İstiyorum)
Fikret TEZAL