11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1533
Okunma
Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Günlerdir gerek malum yazılı basında, gerek görsel medyanın yayın organlarında malum yazarlarca aynı senaryolar tekrar tekrar ısıtılıp önümüze sunuluyor durmadan. Tıpkı, yakın tarihimizde daha önceki yıllarda yaşanılan o günler gibi. Ülkemiz sanki Demokrat partinin son dönemini yeniden yaşıyor adeta… Ya da o günlere dönüş için birileri tarafından büyük bir çaba harcanıyor sanki! Geçmişten asla ders almadık almıyoruz maalesef. Hata üstüne hata yapmakta ısrarcıyız inatla…
Malum olan zihniyet elinden gelmiş olsa, iktidar lideri Sayın Recep Tayyib ERDOĞAN’ ı astıracak neredeyse. Öyle tabi; çünkü onu görmeyi geçin, sesini dahi duymaya tahammül edemiyorlar. Oysa Sayın Erdoğan, Türkiye’nin gördüğü ve göreceği bir iki liderden biri, belki en sonuncusudur. Erdoğan adam gibi bir adam, adam gibi de bir BAŞBAKAN’ dır.
Kabullenemiyorlar bir türlü. İktidar Partisi ve Cumhurbaşkanının bir İmam hatipli olmasını hazmedemiyorlar. Sırf, İmam hatipli olmaları ve namaz kılmalarından dolayı doğuyor bu öfke ve bitmeyen bu kin. Ak parti, halkın özgür iradesi ve demokratik kurallar doğrultusunda seçilip ülke yönetimini devralmış bir hükümettir. Erdoğan, her hangi bir kabilenin ilkel şartlarda seçip de devlet başına getirdiği bir lider değildir. O, Türkiye Cumhuriyeti devletine mensup, "Cumhurun" seçip liderlik vasfı verdiği bir şahsiyettir. Erdoğan, ülkemiz için eşsiz bir devlet reisidir.
Ak Parti hükümeti, yaşanan 28 Şubat krizinin ardından, ülke sorumluluğunu can çekişen ağır bir hasta halinde iken üzerine devraldı. 28 Şubat ki, Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığı en karanlık süreçlerden biridir. “Refahyol” un birleşmesi ile kurulan bu hükümet, yine faşist bir bürokrasi zihniyeti ve ağır askeri baskılar sonunda, ne yazık ki yıkılacaktır.
İşte 28 Şubat ve o zihniyetin şeytan-i yüzü. Post-modern darbe.
O dönem başbakan olan Sayın Erbakan’ın Arap ülkelerine yapmış olduğu ziyaretler sonunda, 24 Ekim’de D-8 zirvesi adı altında imzalar atılıyor ve bu ziyaretler sonucu telaşa kapılan cuntacı zihniyet, "Türkiye Nereye Gidiyor" adı altında bir toplantı düzenleyerek, sonuç bildirisinde Türkiye’nin İslam dünyası ile ittifak arayışlarına gireceği fikrini savunuyordu. Yani o dönem ve o siyasi otoritenin yönü tümüyle batıya dönüktü.
86 yıldır sürdürülen "Avrupalılaşma" mücadelesinin bir vehameti ve acizliği idi bu. Zaten Tanzimat’tan bu yana hazır elbise giymeye meraklı bir heves ve hevâmız vardı. Ve hazır medeniyete tabiî ki. İşte o günden beri Türkiye, Avrupa dışında her hangi bir Arap ülkesi ve hiç bir Müslüman devlet ile el sıkışamazdı. Zihinler bu ifrit ile yıkanmıştı çünkü. Ve düşünce zift kokuyordu.
Devamında Orgeneral Karadayı, Erbakan ve yardımcısı Çillere irtica konulu bir brifing vererek hükümeti uyarıyordu.
Bu sürecin devamında Deniz Kuvvetleri komutanı İslamcıların, PKK teröründen daha tehlikeli olduğu açıklamasını yaparak İslam karşıtı düşmanlığını demokrasinin gözüne soka soka gösteriyordu. Asker yargı ile kol kola girerek "ülkenin egemenliğini" lastik postallar altında nokta nokta çiğniyordu.
3 Kasım 1996’da Susurluk kazası…30 Ocak 1997’de Kudüs gecesi programında Sahne’de İsrail terörünü gösteren oyun sonrasında Sincan Belediye başkanının tutuklanması…11 Şubat’ta şeraite karşı kadın yürüyüşü ve yürüyüş esnasında "Kahrolsun şeriat" sloganlarının atılması… 28 Şubat’ta 9 saatlik MGK toplantısı yapılmasının ardından hükümetten askerler tarafından hazırlanan 18 maddelik kararların imzalanması isteniyordu.
13 Mart’ta Erbakan bu kararları imzalıyordu ancak, daha sonra Erbakan, alınan bu kararları imzalamadığını sadece ön yazıyı imzaladığını iddia ediyordu. Susmalıydı Erbakan. Susturulmalıydı. O’nun konuşmak ve bu ülkeyi "dinci" imajı ile yönetme hakkı yoktu çünkü. Olamazdı.
Ve nihayet, 21 Mayıs’ta Yargıtay başsavcısı Vural Savaş Refah Partisi’nin kapatılması için dava açıyor ve devamında,7 Haziran’da genelkurmay irticayı destekledikleri gerekçesi ile birçok şirkete ambargo konulmasını istiyordu. Asker kısmen de olsa demokrasiye balta vuruyordu. 10 Haziran’da verilen brifing de ise, yine irtica karşısında yargının hassas olması isteniyordu. Askerin içindeki inançsız yapılanma ve din düşmanlığı iyiden iyiye gün yüzüne çıkıyordu böylelikle.
17 Haziran Kuvvet komutanlarından Hüseyin KIVRIKOĞLU gösteriler devam ederse halka karşı silah kullanmaktan çekinmeyeceklerini açıklayarak darbe tehdidini demokrasinin damarlarına enjekte ediyordu. Askeri cuntanın klonlanma dönemi ruhsuz bedene giydiriliyordu ve sonuç, işte bu günkü Ergenekon illeti.
Ve 18 Haziran’da hükümet lideri Erbakan’ın, Süleyman Demirel’e istifasını sunmasıyla yönetim son buluyordu.
Evet, işte çok yakın geçmişte yaşanmış olan o gün ve yaşadığımız bu gün.
Türkiye değişti artık. Türkiye’de çok şeyler değişti. Şimdi, Millet ne derse devlet onu yapacak. Devletin yap dediğine boyun eğmeyecek bu Millet.
Aydın olmadan önce insan olmak lazım. Allah insanı "insan"sıfatında, hayvanı "hayvan"sıfatında yaratmıştır. İnsan birbirini boğazlamaz,konuşur. Oysa bu gün ne yazık ki birbirlerini boğazlayarak anlaşmaya çalışan iki matador var meydanda.
Biri halka yönelmiş demokratik bir parti. Diğeri,halktan kaçıp yüzünü kendine çevirmiş bir muhalefet anlayışı.
CHP tam 86 yıldır bu meydanlarda boy gösteriyor. Cumhuriyet kurulurken örtbas edilen kozmik sırlar hala esrarını koruyor. Neler alındı o gün ve neler verildi o günden sonra bu ülkeye?..
Atatürk, bir Cumhuriyet devleti kurdu ve bir kaç yıl sonra ayrılıp gitti. Onun sözde mirasçıları ve dışa endeksli olan zihniyet, neyi temsil ediyordu? Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ardından, hangi başarılı çalışmanın altında imzaları bulunuyor.
Bu güne kadar zulümden başka ne kazandırdılar bu Millete. Hayatları çalıp, inançları körelttiler. Milleti sömürdüler. Bu günse vatana hainlik etmiş bir zihniyetin avukatlığını yapmaktalar hala. Takke düştü ancak, keli görmek istemiyorlar hala.
O karanlık dönem aydınlanmalı artık. Zihinlerimizi ısrarla bulandıran bu sorular cevap bulmalı.
Neden?
Kur’an-ı Kerimler toplatılıp evlerde namaz kılanlar coplanarak zindanlara atılıyorlardı. O zamanlar sağcı solcu provokasyonları yapılıp halkı birbirine kırdırıyorlardı. O dönem bir başbakan sırf inancından dolayı asılıyordu. O sancılı dönemde Demokrat Partinin tek başına iktidar olması bir tesadüf müydü? Yoksa yakıp yıkan o zihniyete karşı, durun! Hâkimiyet üstünde bir hâkimiyet var bu ülkede, oda "Millettir!" denmesi miydi?
Menderes gibi bir dehanın bu ülkeye kazanımlarını en başından fark eden İnönü, bunu şöyle ifade edecekti:”Bu ülke tek bir insan gördü; ancak, oda ne yazık ki "dinci" çıktı.” İşte tüm gerçek buydu. Bunu böyle ifade eden İnönü telaş ve korkusunu itiraf ediyordu.
Ve yine Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde kürt âlimi üstad Bediüzzaman sürgünden sürgüne gönderiliyordu. Birçok âlim faili meçhullerle ölüme gönderiliyordu. Kimdi bu karanlık zihniyet? Atatürk’ü dahi hayretler içerisinde bırakıp kurduğu partinin başından İnönü’yü ihraca zorlayan sebep neydi?
Kimdi Askeriyede bu güne kadar namaz kılan ve sülalesinde âlim veya başörtü taşıyan insanlara insanlık dışı muamele de bulunanlar. Kim bunlar? Doğan sen kimsin? Bir bürokrat olarak yirmi birinci yüzyılda benim sokaklarıma nasıl tankları yürütme planları yapabilirsin. Ne hakla?
Bu Millet affetmeyecek bu ülkeye ihanet eden hiç bir ferdi. Eğer bu ülkede bir başbakan asılmışsa, üç beş komutanın ifade vermesini kabul edemeyen bir zihniyet, hangi demokrasi ve insanlık hakkından bahsetme hakkına sahip olabilir.
Neden kabul edilmiyor ey insanlık? Neden bir Müslüm Gündüz Fadime Şahin gibi soytarılar İslam ile yan yana koyulur da, seksen iki anayasasını sürdüren zihniyet sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi gösterilmeye çalışılır? Ey medeniyeti medeni ölçüler dışında kullanan zihniyet. Türk Milleti onurlu, gururlu ve yumuşak huyludur. Ama Akif’in dediği gibi, uysal koyun değildir asla.
Zamanla...Her şey zamanla...