20
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2847
Okunma


Tatillerde memlekete gitmek “ballı börek tatlısı” gibi olsa da en güzel tatil anılarımın çoğu İstanbul’a ait. Zira memlekete genelde fındık zamanı gidildiği için amelelikten tatil yapmaya pek fırsat olmazdı. Fındıklığın altının temizlenmesi ayrı dert, toplanması ayrı dert, kurutulması apayrı dert. Malum Trabzon ikliminden dolayı hava durumu her an yağmur yağmaya müsait olduğu için, gelebilecek sulu şakalara karşı harmanın başında jandarmalık yapmak lazım. “Patos” olayı Anadolu’nun birçok yöresinde kullanılmasına rağmen tıpkı Türklerin matbaa ile geç tanışması gibi, daha Karadeniz bölgesinde keşfedilmemiş o zamanlar. Fındık biter bitmez köyün çocukları harçlıklarını çıkarmak için “zalifs” yapmaya giderler .(zalifs: toplanan fındıklığın bir nevi tekrar gözden geçirilerek, gözden kaçanların toplanma işi) Birde İstanbul’dan geldiğimiz için, köyün çocukları arasında belli bir süre dış kapının mandalı muamelesi görürdük. Şivemiz İstanbul ağzı ya, önyargı çekimserlik karışımı bir mesafe koyma, bir serinlik. Ula İstanbul’dan geldiysek Etilerde oturmuyoruz ha, Vehbi Koç’un torunu da değiliz. Mecburen ilk iş olarak dilimizi “dilumuza” çevirir statükocu akranlarımızla empati kurmaya çalışırdık. Tam arayı ısıtır kaynaşmaya başladığımızda da bir bakmışsın sayılı günlerin sonu gelmiş. Bu yüzden memleket anılarım “kuymağın dibi” gibi çok az, ama kıymetli.
Mayamıza Karadeniz’in suyundan karışmış ya “ben tatile tatil demem, denize girilmeyince” sözü parolamız gibiydi. İşareti de “karpuz kabuğu”.
Çaaanım İstanbul; Boğazdaki muhtelif koyları, Adalar, Kilyos, Şile, Ağva, Moda, Pendik, Kartal, Üsküdar, Salacak, Sarayburnu, Samatya, Florya, Menekşe, Küçük Çekmece, Avcılar ve daha bir sürü mekânı ile lebi derya bir cennet idi adeta bir bizim için, sanki mini bir “Atlantis”
Bütün bu alternatif bolluğunda “malumun makulü” sebepler yüzünden, alternatiflerin birçoğunu elemek zorunda kalırdık. Kafadan, Moda ve Adaları elerdik. Birinci sebebi, daha sosyetik mekânlardı, burjuvazi sınıfı ile aramızdaki fark iç donlarımızdan hemen kendini belli ederdi. Bu sosyolojik hadisenin sebep olduğu bastırılmaz komplekslerimizin ezikliğini cici bayanlarını röntgenlemekle bastırdığımızı da itiraf edeyim bu arada. İkinci sebep ulaşım maliyetlerini beleşe getirememek, günümüz Türkçesiyle anlatmak gerekirse sponsor bulmak sorun, hatta imkansız. Vapura, otobüse kaçak binmekte, bayağı riskli idi, zira o zamanın biletçileri, bayağı totaliter ve devletçi kafa yapısına sahipti. Lügatlerinde “sebil, hayrat, ne olur abi sevaptır” kelimelerinden ziyade “dayak cennetten çıkmadır”, “paralar peşin kırmızı meşin”, “hastirin ulan eşşolular” gibi özdeyişleri ve atasözleri daha çok bulunurdu. Ee bizde finansal durum “terso”, haliyle bu bize ters bir durum.
Boğazın Avrupa yakası kıyı şeridi ve Sarayburnu ise bizim yüzme standartlarımızın üzerinde fazlaca akıntılı olduğu için maçamız yemezdi. Zamanın gazete manşetlerinde oralarda boğulanların bazılarının cesetlerinin ta Bandırma, Tekirdağ, Çanakkale sahillerinde karaya vurması, hele, hele bazılarının bulunamayarak doğal balık yemi muamelesine maruz kaldığını öğrenmek tırsmak için yeterli sebeplerdi. Ulaşım sorununu “tabanvayla” halledebilme cazibesi bile oralara gitmemize yetmezdi.
Boğazın Anadolu yakası, Üsküdar, Salacak, Kilyos, Şile, Ağva, Pendik, Kartal ise her ne kadar İstanbul il sınırları içinde olsa da bizim için bayağı, bayağı deplasman. Gurbete çıkmak gibi bir şey. Maazallah gidip de, rehin kalıp dönememe ihtimali en büyük korkumuz. Vakti zamanında mahallede bizden beş altı yaş büyük ağabeylerden bir grup, böyle bir maceraya kalkışıp Şile’ye gitmişler denize. Dönüş masraflarını karşılamak için içlerinden “Danyal abi” kendini feda edip, yaz boyu tarlalarda ırgatlık yapmış. Hatırlarım zavallı annesi “Nigar teyze” perişan olmuştu dönene kadar. Dilden dile dolaşan bu hikâyeler kulağımıza küpe olduğu için bu gibi yerleri ziyaretleri “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının terennümleri ile gelecek zamanlara “çarığın sağlam”, “kenenin gani” olduğu yıllara ertelemek zorunda kalırdık .(kene gani= argoda para bol)
Canım Samatya’ m bütün bu semtler içinde İstanbul’un kanalizasyon sorununu halletmek için feda edilmiş fosseptik-i derya bir semt. Haliç’le kader birliği etmişler, o aralar beraberce “İSKİ” de vazife yapmaktalar. Zamanın teknik imkânlar yetersizliğinden atık su, katı atık nevi inden bütün artıklar açık deniz yerine ancak sahile kadar ulaştırılabilirdi. Hoş bütün sahillerde durum aynı olmasına rağmen, Haliç’in bir nevi körfez, Samatya’nında tatlı bir koy olması tabii güzelliklerinin yanında coğrafi şansızlıkları idi. Boğaz ve Marmara’daki akıntılar buraları teğet geçtiği gibi, olanca pisliği de buralar yığardı. Ara sıra açıkta demirlemiş gemilerin sintine atıklarını da saymazsak ağzının tadının bilen kefaller için, sahil adeta doğal bir “balık üretme çiftliği” halini almıştı. Bize en yakın semt olması yanında sayısız avantajlara doğal ulaşım( tabanvay), doğal konaklama (çayır, çimen, çeşme vs) sahip olmasına rağmen “çevreci” yanımız ağır basar doğal hayata saygımızdan orada denize girmezdik. (“green peace” in tohumlarını ilk biz attık orada be, ne diyorsun sen. Yersen! ) Yoksa “koli basili” nden çekindiğimizden falan değil. Ula halat gibi b..kların içinde yüzülür mü, hani çocuksak ta o kadar da salak değildik
Küçük Çekmece, Avcılar ise bürokratik zümrenin, resmen gayri resmi işgali altında o zamanlar. Askeri ve kamu sektörü, özel ve tüzel kuruluşlar tarafından çeşitli kamplar kurularak bir nevi kurtarılmış bölge ilen edilmiş. Cennet mahallesinden Avcılar istikametine doğru, Küçük Çekmece köprüsünü geçip rampayı düzlemeye indiğinde kamplar başlar, ta Ambarlıdan öteye devam ederdi. “Kara Kuvvetleri kampı, İ.E.T.T kampı, Öğretmenler kampı, İş Bankası kampı, Polis kampı” aklımda kalanlardan bir kaçı. Çok sonraları denizden yeni yol vurulunca, sahil de kamuya açılmış oldu ve bu arada birçok güzelliğini de kaybetmiş olarak
Bunca seçeneklerden kala, kala Florya, Menekşe kalırdı bizlere de.
Geçenlerde bir iş için Sirkeciye uğramıştım. Düşündüm, gelmişken bir valideyi, peder beyi de ziyaret edeyim de öyle dönerim bari. Küçükhamam-Sirkeci biraz uzak ama pek ala trenle de gidilir, Dedim ne zamandır da binmemiştim trene, trenle gideyim, hem biraz da nostalji yaparım, severim böyle duygusal işleri huyum kurusun. “Kocamustafapaşa” da iner, ağır, ağır çıkarım yokuşu hoop “Küçükhamam” ne var ki. Hem spor da olur bu yaşta. Aldım bir tren bileti, mesai saati olduğu için tren boş, kafama göre cam kenarında müsait bir yere oturdum.
Trenle kaçak olarak “Samatya’dan” “Florya’ya, Menekşe plajına” gitmek, hem de evden habersiz. Cep delik cepken delikmiş kimin umurunda. Tren istasyonlarındaki kontrol memurlarıyla vagonlar arası yapılan saklambaç oyunları, tıpkı “2.Dünya savaşında Gestapo subayları ile Yahudi kaçakların” hikâyelerini anlatan eski Amerikan filmlerindeki sahneler kadar heyecanlıydı. Her istasyon başlı başına bir macera, ta’ki trenin kalkış sesi duyuluna kadar. Tren ağır, ağır hız aldıktan sonra perondaki kontrol memurlarına kimimiz el kol hareketi yapar, kimimiz de galiz küfürler sallardık. Bu hareketler bir sonraki istasyonda yaşanacak olası saklambaç, muharebe karışımı curcuna için ekstra bir motivasyon ve konsantrasyon sağlar, özgüveni arttırırdı. Fakat bu saklambaç oyunları bazıları için mutlu sonla bitmezdi. Garibim kondüktör’ler hangi biriyle baş etsin, kazara birini yakaladı mı, diğerlerine ibret olsun diye bütün hınçlarını bu şanslı arkadaştan çıkarırlar, “saklambaç” oyunu birden “ortada sıçan” a dönerdi. Bizim garibin “abi vallahi kazan çömlek patladı” şirinlikleri fayda etmez ve oracıkta “günün niyazisi” olarak kâh kulağından kâh yanağından şefkatle ödüllendirilirdi. Bütün bu bastırma ve yıldırmalara rağmen yumurtadan çıkıp denize ulaşmaya çalışan bebe “karetta karetta” lar gibi bir sonraki istasyona tren raylarını takip ederek yayan gidilir ve “illegal” yolculuğa devam edilirdi. Bu maceralı yolculuğun sonunda kondüktör’lerin hışmına uğrayan günün niyazisi “kızarmış gözleri, haşlanmış kulakları, ıslak çamurlu yanakları ve kısık sesi ile” damgalı eşek gibi hemen belli olurdu. Dönüş yolundaki aynı akıbete uğrama korkusu yüzünden, gün boyu denizde mi yüzüyorsun, yoksa adrenalin deryasında mı anlamazsın. Evden kaçmışsın, yanında yarım ekmek, bir parça peynir, iki domates, bir badem. Böylece ulaşım ve konaklamayı da beleşe getirdin mi, işte sana mis gibi tatil. Eve bir şekilde döndüğümüzde, güneşten kavrulup pancara dönmüş yüzümüz, deniz suyuyla ıslanıp beyaz tuz lekeleriyle “amfibi” üniformasına dönmüş elbiselerimiz, denize gittiğimizi ele verir, yanan sırtımızın verdiği sancıların, sızlanmaların hatırına( güneş yağımı dedin, o ne’ki ula), annelerimiz en fazla “oh olsun size” der fazla elleşmezlerdi. Bu olaylar yaz boyu devam eder, yaz sonunda hepimiz birer kara marsığa dönerdik.
Ula bir uyandım Bakırköy’deyim. Ey Rabbilalemin ne şanslı kullarınmışız. Düşündüm de, ya şimdi ki çocuklar.
İsmet BABAOĞLU