0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
651
Okunma
AT PAZARLI MİNİK ZAFER
At pazarı; Ankara kalesini eteklerinde geniş bir meydan, bir zamanlar at pazarı imiş ve adını buradan alır. Sanırım daha aşağılarda da saman satıldığı için Samanpazarı adını almıştır. Samanpazarı’nda bugün samandan başka ne ararsan bulunan, akla gelen ve gelmeyen her şey bulmak mümkündür. Antikacılardan, çeşitli bitkilerin satıldığı aktarlara kadar her şeyin bulunduğu bir ticaret merkezi de denilebilir. Bu küçük yerleşim yerleri bir çok uygarlığa beşiklik etmiş bir konuma sahiptir. Burada bir çok uygarlığın izini bulmak mümkün. Ülkemizin en büyük müzelerinden biri de burada bulunmaktadır. Anadolu Medeniyetler Müzesi bu semti anlatabilecek en önemli özelliklerden biridir. Bu özelliğinden dolayı burada bir çok ev, Anıtlar Yüksek Kurulu kararı ile yıkılamaz, yerine yeni bir bina yapılamaz. Ve bundan dolayı bu bakımsız evlerde yoksul ve dar gelirli insanlar oturmaktadır.
Yıllardan beri gerek yabancı gerekse yerli turistlerin uğrak yeri olan burada eski binalar restore edilerek lokanta, restoran, müzikli bar vb. gibi yerler açılmaktadır. Eskiden yani bundan on – onbeş yıl önce buranın çocukları çoğu okullardan mezun olmadan terk ederler. Okullarını sonuna kadar bitirmiş öğrenci az bulunurdu. Çocuklar esnafların yanında çıraklık eder ve kimisi de kendi başına bir iş yapmaya çalışır. Simitçilikten tutunda mısır kaynatan, mısır közleyen, köftecilik yapan, işportacılık yapan, pazarcılık yapan ve hatta biraz tarihi bilgisini derinleştirerek ve biraz da turistlerden yabancı dil öğrenerek rehberlik yapanlar bile mevcuttur. Sokakta yetişen çocuklar uyanık ve kavga da ustadırlar.
İşte at pazarlı minik Zafer buranın çocuğudur. Çelimsiz, zayıf ve kısa boyludur. Minyon bir tipe sahiptir. Küçük adam dedikleri tiplerden. Bu hali küçükten beri hastalıklardan gözün açamamasından olabilir. Kendisinden beklenmeyen bir hareketlilik ve çevikli ile yerinde durmayan biridir. Nerede kavga gürültü var, Zafer oradadır. Kim küçük bir çocuğu dövdü. Zafer girişir. Kim birine haksızlık yaptı, karşısında Zafer’i bulur. Bazen arkadaşları ile birisini cezalandırırlar, bazen mahallenin kadınına kızına laf atanlalar dövüşürler. Bazen başı sıkışanlar onu bulur, yardım ister. Zafer hiç birine yok demez. Zafer’in lügatında “yok” yoktur. Karakol polisleri bile Zafer’den yaka silker ve “iyi ki kız değilsin” derler. Karakol polis’leri Zafer’den yaka silkerler ama sevenlerde Zafer delikanlı, kendi değimi ile harbi delikanlıdır. Zafer’in bir diğer özelliği de mahallede birinin düğünü mü var, ölüsü mü var. Zafer kendini paralar her türlü yardım da emre amadedir. Parasının son kuruşuna kadar paylaşma gibi ve anca beraber kanca beraber diyerek özellikle içki sofralarını kaçırmazdı.
Zafer, çelimsiz olduğu için girdiği bir çok kavga da dayak yerdi. Ama bu dayaklar onu yıldırmaz. O bana on tane vurursa bende ona iki tane vururum derdi. Her kavga ya böyle girerdi. Ve bana “at pazarlı minik Zafer derler” derdi. Hatta Zafer’in genç yaşına rağmen bir çok dişi kırılmıştı. Artık genç bir adam olmuştu. Kavga da dayak yemek çok ağrına gidiyordu. Kendisinden iri yarı adamlarla kavga etmek her babayiğidin harcı değildi. Zafer de artık kavgalarda bıçak kullanmaya başladı. Artık karakollarda adam yaralamaktan, adam bıçaklamaktan günleri nezarethanelerde geçiyor. Ölümcül yaralama olmayınca ve karşı taraf davacı olmayınca Zafer kısa sürede çıkıyordu.
Bir gün bir kavga da birini ağır şekilde yaraladı. Ve soluğu Ulucanlar ceza evinde aldı. ceza evinde de kavga dövüşleri eksik olmadı. Ama sempatik bu çocuk her yerde kendini sevdirmesini biliyordu. Müthiş bir mizah yeteneği ve sokak kültürü ile çevresini gülmekten geçirmektedir. Karakol’daki polisler bile çoğu nöbetlerde Zafer’i çağırırlar. Zafer’e bir iki bira ısmarlarlar sabaha kadar gülmekten kırılırlardı. Aynı durum ceza evinde de devam etmektedir.
12 Mart’ta askerler yönetime el koyduğunda, Zafer çocuktu. Olanları hiç anlamadı. O dönemdeki gençlere büyükleri gibi bakıyordu. Onlar Anarşistti. Zafer o dönemde Dev – Genç’i Deniz Gezmiş gibi bir insan sanmış ve bu işlerden anlamadığını sürekli söylerdi. 12 Eylül öncesinde her semte sağcılık solculuk olurken Zafer ’gilin mahallede böyle bir olay pek olmadı. Ama küçük küçük sol gruplar çıkmakta idi. Zafer ne kadar haksızlık ve adaletsizliğe karşı olsa bile bu gençleri anlamıyor. Bu gençler de Zafer’i lümpen diye dışlıyordu. Belki de bu dışlanma onda bir soğukluk yaratmıştı. Belki de karakol polisleri ile ahbaplığı onu güvenilmez biri yapmıştı. Ama Zafer ispiyon diye bir şey olmazdı. Bu huyunu bilen karakol polisleri de ona böyle uygunsuz tekliflerde bulunmazdı. Zafer solcuları kendine yakın buluyor fakat hiç kimseye açıklamadığı gibi belli de etmiyordu.
Zafer ceza evinde üç – dört yıl yattı. Ecevit’in ilk başbakan olduğu ve af çıkardığı bir dönemde, affa uğradı. Bu af ’dan sonra Zafer bir Ecevit hayranı oldu. Babasından sonra sevdiği ikinci adam Ecevit’idi. Af’ tan sonra ceza evinden askere gönderdiler. Askerlik Zafer’e göre değildi. Mesleği olmadığı için bir iş verilikte oyalanması sağlanmadı. Oradan oraya oradan oraya sürüklendi durdu. Disiplin dedikleri angarya, küfürü, dayağı ile çekilir gibi değildi. Zafer kavgacı ve haksızlıklara karşı isyancı tutumuyla kimseden çekinmeden dövüştü. Ve askeri ceza evine düştü. Özellikle üste taarruz gibi suçlardan yatmakta. ceza evi de dahil, hiç bir yerde eksik etmediği içkiyi, asker ocağında bulamayınca sık sık kolonya içti. Kolonya içmekten hastanelere düştü. Sonra askerden firar ederek kurtulmak istedi. Ve kaçtı. Yakalandı, kaçtı. Yakalandı, kaçtı. Sonra kendini jiletledi. Hastanelerde ölümlerden döndü. Sonra kendisini seven bir Binbaşı Zafer’i kantine verdi. Gariban çocuklarına kantinin malzemelerini vermekten açık verdi. Açıkta bölüklerde toplanan para ile karşılandı. Zafer Asker’liği kantinde bitirdi.
Askerdeki aynı binbaşı, Zafer’i o kadar sevdi ki; Askerden sonra Ankara Belediyesine bağlı EGO Genel Müdürlüğü Maltepe Havagazı Fabrikasında eski hükümlü olarak işe aldırdı. Havagazı Fabrikası tren vagonları ile gelen maden kömürünü dağıltarak havagazı çıkarılan ve Ankara’nın ilk sanayi kuruluşuydu. Ustabaşı Zafer’e şöyle bir baktı. Oğlum seni nereye versem, ateşçi yapsam ocağın kapağını açamazsın, sarjcı yapsam ocağın altını açamazsın, kömür tahliyeye versem kürek tutamazsın. Zafer de, o beylik ağızla “ne olsa yaparım abi” dedi. Zafer Fabrika da hiç bir işi yapamam demeden o işten o işe, odacılıktan meydancılığa, meydancılıktan, çaycılığa çaycılıktan sayaç atölyelerine kadar her işte çalıştı.
Öğle tatillerinde fabrika meydanında voleybol oynanırdı. Zafer de ceza evinde ve askerde öğreniği ve de ustalaştığı voleybolu ile fabrikada da sevilen biri oldu. Altı yedi kişiye karşı tek başına voleybol oynayıp, kazanıp bütün fabrikaya baklava ısmarladığı bile oldu. Aniden parlayan isyancı yanı ile kavgası dövüşüyle nam saldı. Adı deli Zafer çıktı.
Maltepe Havagazı Fabrikası yıllarca verdiği hizmetten dolayı eskidi. Özellikle kış aylarında kirlenen Ankara’nın havasına fabrika günah keçisi oldu. Fabrika kapatılarak, dışardan doğalgaz ithal edildi. Fabrikanın kapatılması ile birlikte bir çok personel başka birimlerde istihdam edildi. Zafer de abonelere sayaç takan bir ekipte görevlendirildi. Artık Ankara’nın çeşitli semtlerinde abonelere sayaç takıyor.
Fabrika bulunan çöpçatanların aracılığıyla yine Fabrika da çalışan bir kız ile evlenen Zafer’den biraz deli doluluktan, olgunlaşma beklenildi. Ama Zafer aynı Zafer’di. Hatta eşine kendini kanıtlamak adına olmadık masraflı işlere girerdi. Arkadaşlarını yemeğe götürür, yemekte içkiyi kaçırınca, viza kartındaki limitin sona kadar dayanıyordu.
Zafer kalenin içinde izbe bir gecekondu da oturmaktan hiç bir zaman yakınmadı. Ev onun için bir otelden farksızdı. Zaten anne babası ile sürekli çatıştığından eve yatmadan yatmaya geliyordu. Ama evlenince bir evi olmasını özellikle bir apartman dairesinde oturmayı çok istiyordu. Evlenince kiralık bir daire tuttu. Evde gelin kaynana dırdırı istemiyordu. Ama gel gelim ne elde vardı ne avuçta, evlenince düğün dernek derken iyice borçlanmıştı. Karısı da çalıştığı halde ne büyük sıkıntı çekiyordu.
Bu arada sayaç takmaya villa villalara gidiyor. İlk defa toplumda farklı sınıfların varlığını bu villaları görünce anladı. Bir keresinde sayacı takılan evden susadı su istedi. Ev sahibi kadın memba suyu dururken çeşmeden termos suyu verince. Her zaman ki hazır cevaplılığıyla damacanadaki su paralı mı? Parası ne ise veririz hanımefendi demekten çekinmedi. Akşam kederinden kendini Sakarya’daki barlara atar, gece yarılarına kadar içer eve sallana sallana gider.
Bir keresinde Ortadoğu Üniversitesinin yakınından bulunan bir siteye sayaç takmaya gitti. Meğerse daha önce oralarda bulunmuş ve oranın bir orman alanı olduğunu görmüş biri olarak isyan ediyordu. Şerefsizler ormanı kesip villa yapmışlar, bir gariban bir ağaç kesse süründürürler diye önüne gelene anlattı. Ana avrat sinkaf etti. Doğayı ve ağacı sevgisini ceza evinde ve askerde edindiğini anlatıp durdu. En çokta ODTÜ ormanlarına acıdı. Nereden öğrendi ise benim gibi deli bir profesör varmış, ben burayı orman yapa cam dermiş gülmüşler, dediğini yapmış. Atatürk’e bu gün kü AOÇ arazisinin bataklık olduğu ve burada bir şey yetişmez demişler. Atatürk herkesi yanıltmış bunu defalarca anlatıp, bugün AOÇ’ni talan edenlere ana avrat sinkaf ederdi.
Bütün bunlar Zafer’i daha da deli etmişti. Zafer o günlerde dilden düşmeyen bir türküyü yüksek sesle söyleyerek bir mecnun gibi gezerdi. “Isırgan otu” Kıvırcık Ali isimli bir sanatçının türküsünü özellikle “Şeref ekmek bulamazken Şerefsiz bulur/ Götürdükçe çiğer anam içim yanıyor” bu iki mısrayı takılan plak gibi defalarca söyleyerek. İçindeki ateşi akşamları Sakarya’daki barlarda söndürürdü.
Zafer bir de önceleri Ahmet Kaya tarafından söylenen daha sonra şiiri yazan Yusuf Hayaloğlu tarafından seslendirilen “Ah ulan Rıza” yı çok sevdi. Bu şiirde anlatılan Zafer gibi kenar mahalle delikanlılarıdır. Zafer de bu şiirde kendisinden bir şeyler bulduğu için çok sevdi. Her zaman bu şiiri dinler zora düşmüş arkadaşlarına da “Ah ulan Rıza” demesiyle ünlendi.
Zaferin bir kızı oldu. Zafer oğlan bekliyordu. Bu olaya çok kızdı. Hastahaneye bile gitmedi. Daha sonra kızını çok sevdi, kızı da babasını. Hani kız çocuğu için, babacı derler ya. O da kızına düşkün bir baba oldu. Belki de önceki davranışı affettirmek istiyordu.
Zafer kızını okutmak istiyordu. Kreşten başlayarak anaokuluna kadar özenle seçtiği okullara kızını götürüyor. Ana sınıfında başlayarak ki, öğretmenler çocuğu bir psikiyatriye götürmeleri gerektiğini söylediler. Çocuk oldukça hareketli ve dikkati dağınıktı. Zafer önceleri baba çekmiş diye direndi. Çocuğu hiç bir doktora götürmedi. Çocuk İlkokul da bu şikayetlerle karşılaşınca eşi tarafından götürüldü. Doktor babayı da görmek istedi. Ve çocuğa tanı kondu, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite. Zafer bir şeyi daha keşfetti. Kendisini de Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite’si olduğunu öğrendi. Zafer çocuğunu özel doktorlara götürdü. Bu uğurda döküldü saçıldı dedikleri gibi bir çok masraf yaptı. Yaptıkça bankalara yakayı kaptırdı. Gittiği muayenehanelerde soyuldukça daha da asabi biri oldu çıktı.
Zafer’in bir takıntısı da eğitim oldu. Çocuk karma eğitimle normal okullarda okuyacak. Ancak, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite’si olduğu için bu öğrenme güçlüğü vardı. Bu da özel olarak ders almasını gerekiyordu. Dershaneler, özel okul gibi Zafer’in deyimi ile anasının nikahını istiyor. Zafer’in çevresinde özel okullara ve dershanelere giden çocuklar olduğu için o da çevresindekilerle yarışırcasına çocuğu dershanelere yazdırdı. Her hareketinde iyice batağa batan biri oldu. Bankalardan aldığı viza kartlarıyla başı dertten kurtulmadı. Ondan çekip ona yatırıp, kurtulacağını sandı. Ama hesabı kitabı bilmediği için her hareket onu daha da kötüleştiriyordu. “Girdik bir batağa, gırmaşdıkça batıyoruz anasın satim.” demesiyle meşhurdur. Zaten bir esprisinin tuttuğunu görürce, onu bir takıntı yapardı.
Son yıllarda Zafer’in hobilerine bir de tatiller eklendi. Dört beş yaz tatil yaptı. Sonra tatilsiz günlerde biz yaşamıyormuşuz diye önüne gelene tatil maceralarını anlatmaya başladı. Bu tatilleri dört gözle beklemeye başladı. Aslına bakılırsa bu tatillere Zafer’in sarılması biraz da bozulan ailevi huzuru tamir etme çabası idi. Borçların bunaltığı ve stresle bozulmaya başlaya aile içi huzuru bu tatillerde düzeltirdi. Her şeyi unutup eğlenmeye dalan aile geçici de olsa biraz rahatlar ve bu rahatlıkta borçla yapıldığı için tuzluya patlardı.
Bir ağustos ayında yine eşi ile izinlerini aldılar. Sendika’nın anlaşma yaptığı Balıkesir’in Ören beldesinde tatile gittiler. Eşi ikinci çocuğa hamile idi. Zafer’in yerleştiği Motel’deki insanlarla kısa sürede kaynaştı. Gece başlayan okeyler, içki falsıları ve sohbet sabaha kadar sürdü. Zafer yine Kıvırcık Ali, den, Ahmet Kaya’dan yarım yamalak bildiği parçalardan söyleyip efkar dağıtmaya başladı. Efkarlandıkça içti, içtikçe motel çalışanları getiriyor, sabaha kadar durmadan içen Zafer henüz hava aydınlanmadan biraz serinlemek için girdiği denizden bir daha çıkamadı.
Zafer öyle bir hava yaratıyordu ki; kimse Zafer’e bir şey olacağını düşünmüyor. Zafer denizden çıkmayınca merak edip bakıyorlar. Zafer yok. Odasına mı gitti diye bakıyorlar yine yok. Anlıyorlar ki, Zafer boğuldu. Ertesi gün bütün aramalara rağmen uzak bir yerde Zafer’in ölüsünü buluyorlar. Doktor otopside kalp krizi tanısı koyuyor.
Zafer o kadar borçlanmış o kadar borçlanmış ki, ölümünden sonra aldığı bütün kıdem tazminatı banka borçlarına gitti. Bunun yanı sıra ölümü üzerine toplanan yardım parası da gitti. Ve Zafer yeni doğacak çocuğunu görmeden gitti. Çocuk erkek oldu. Herkes Zafer bu günü görse önüne geleni öper, herkesi Sakarya’ya ısmarlar dediler. Kimisi de “çocuğun borcu çoktu intihar etti” dediler. Zafer kendi değimi ile “kredi zafer” dediler.