8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
887
Okunma

Onur BİLGE
Yedi nefis mi sıkmaktaydı, beni? Daraltmaktaydı, boğmaktaydı? O nasıl böyle olmuş, olabilmişti? Benimle konuşmuyor, hiçbir şey söylemiyordu. Sadece namaz vakitlerinde camiye gidip geliyordu, emin adımlarla, o kadar. Sadece namaz kılmakla mı oluyordu? Ben de kılıyordum, onun kadar olmasa da. Annem, ondan daha çok kılmıştı, kılmaktaydı. Fakat ondaki özellik ve güzellik onda oluşmamış, oluşamamıştı.
Konuşmaması deli ediyordu beni, kahrediyordu!.. Benim kadar meraklı bir insanın beyninde oluşan soruları soramaması, cevap alamaması ne büyük bir azaptır!.. Düşünebiliyor musunuz?
Ben de konuşamam ki artık onunla. Huyu bana da yansıdı. Aklından geçenleri soramam artık ona. Sanki ayıpların ayıbı!.. Demek ki utanmak da sirayet edermiş. Utanılacak ne var, aslında? Kendimizi yaratmadık ki! Üstelik farklı cinsiyetteki kişiler olmak suç mu?
Beni de kendisine benzetti, sonunda. İyi ki sadece ona karşı yabanice davranıyorum. O, mutlaka tüm kadınlara kızlara karşı böyledir. Soğuk nevale! Ne olacak?
Kurttan kuştan başka kimsenin olmadığı bu dağ yolunda, ona diyemediklerimi, dağlara haykırmak istiyorum ve kayalara çarparak gelen yankısını dinlemek, sesimin çıkabildiği kadar bağırarak:
“Ey, Burdur kışlarında ayazı şehre yağan beyaz bereli kel dağların siyah ipek saçlı donuk çocuğu! Derdimin dermanını biliyor da söylemiyorsan, iki elim on tırnağım, dünya ahret, yakanda!.. Egoistçe kendinde kalmasını istiyorsan, yazıklar olsun sana!
Tesadüf diye bir şey var mı? Tevafuk değil mi karşılaşmamız? Durduk yerden, yaradılışları birbirine tamamen ters gelen iki kişinin arasındaki bu düşkünlüğü oluşturan kim? Düşünsene, Kur’an-ı Kerim’de bir ayette: “Aralarına ünsiyet veririz.” yazıyor, eşler için. Eş ruhlarız, belki de. Hayat, dünyadaki kadarcık değil, sonsuz bir ahret uzantısı da var. Burası için geçerli değilse bile eş durumumuz, belki de orası için geçerlidir, kim bilir?
Sen benimle konuşmazsın. Seni yok saymalıyım aslında. Küçükken anlatılan masallardansın. Evvel zaman içinden, kalbur saman içinden... İçinden neler geçer anlayamam, bilemem. Kolay mı bir efsaneden çıkıp gelmek? Gerçek olmak kolay mı? Konuşmanın yasaklandığı yerde, susma orucunu bozmak, tüm yasaklara rağmen, konuşmak kolay mı? Anlatılması gerekenler, düğüm düğüm boğazında... Denilecekler sessiz, cümleler sözcüksüz, sözcükler harfsiz... Duygular, yanan yüreklerde hapis...
Bu devirde, her kafadan bir ses çıkarken, insanlar boş tenekelerce tangırdarken, her yiğidin harcı mı susmak! Haklısın, bu yönden.
Bakışlarla konuşmak, kaderimiz olmuş. Bakışarak ağlamak, gülmek... Bakışlarla yaşamak aşkı... Gözler kopana kadar, birbirinden... Gözler kapanana kadar... Özler ayrılanana...
Ne diyeceksin ki konuşsan? İnsan ne anlatabilir ki anlatsa anlatsa? Ne kadar? Nereye kadar? Sözlerin de bittiği bir yer, anlatılabileceklerin bir sınırı var.
Aşk, anlatılabilir mi sözcüklerle? Anlatılmaz bilinen duygular dile gelebilir mi? Yazıya dökülebilir mi mesela? Aşk, yazılabilir mi? Hem, insanlar kelimelerle mi severler birbirlerini? Sesler anlatabilir mi tarifi imkânsız hisleri? Sessiz bir bakışın bir anda anlatıverdikleri kolay kolay dile gelir mi?
Sonra ayıp, günah, yasak... Halbuki ne olur bir araya gelsek de konuşsak? İnsanlar konuşa konuşa konuşa anlaşır. Hayvanlar koklaşa koklaşa... Arılar, uçarak haberleşirler, karıncalar kafa kafaya... Onlar da ses çıkardıklarına göre, ortak bir lisanları var, mutlaka. Süleyman Aleyhisselam’ın ordularının geçeceğini nasıl duyurdular halklarına? Cümle mahlukat konuşarak anlaşırken, bu dilsiz oyunu niye?
Keşke ikimiz de aynı cinsiyette olsaydık. Yasaklar kalkardı aradan ve izin vermiş olurdu, Yaradan. Hem kanayıp durmazdık böyle, aynı tür yaradan.
Sessiz Gölge! Yeter artık, ışığa çık! Çık ki aydınlansın cismin ve aydınlat, gizlediklerini öğrenmek isteyen canı! Kaldırdım perdelerini beynimin, açtım kulaklarımdaki camı. Anlat artık, anlat serencamı!..
Vazgeçtim, seni seyretmekten, Renk Tayfı! Yedi rengin senin olsun!.. Süratle dön ve bana bembeyaz halini göster! Ben, beyaza âşığım! Beyaza talibim! Bey, aza... Niyaza... O en yüce dağın, Kaf Dağı’nın doruklarının beyazına! Bana beyazı ver, yeter! Bu yazı tamamlarken, beyazı... Yoksa bitmez bu yazı...
Beyaz, kundak... Beyaz, gelinlik... Beyaz, kefen... Beyaz, yedi rengin karışması ve belki bir göz aldanması... Her neyse veya ne değilse... Soğukluğu senin olsun, bana kar rengini, bana Yar rengini ver! Kadınlarla kızlarla konuşmuyor muydu Peygamber? Ey, Kaf Dağı’nın Fatih’i!.. En uç noktasında Yunan heykeli gibi durmasana!.. Bazen bunun için çok kızıyorum sana! Konuşsana!..”
"Konuşsana, bir tanem!
Neden hep susuyorsun?
Susmak neyi halleder?
Neden anlatmıyorsun?"
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 199