İntikam alıp da sonunda pişman olmaktansa, affedip de pişman olmak daha iyidir. cafer b. muhammed
erkanbars
erkanbars

HÜZÜNLÜ PRENSESİN GÖZYAŞLARI

Yorum

HÜZÜNLÜ PRENSESİN GÖZYAŞLARI

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

1880

Okunma

HÜZÜNLÜ  PRENSESİN  GÖZYAŞLARI

HÜZÜNLÜ PRENSESİN GÖZYAŞLARI

Geçmişimizden kopup gelen , içimizde yaşayan , hayatın her anında karşımıza çıkan ve gizemini her yönüyle koruyan “sonsuzluğa” uzanan yolda yine karşımıza çıkacak olan o tatlı , derin ve anlamlı öykülerin kaynağından çıkıyorum… Beraberimde bu kaynaktan kopartılıp alınmış bir öykü getiriyorum . Öykülerin kaynağı güneşe benzer . Güneş nasıl canlılar için ısı ve ışık kaynağı ise , öykülerin kaynağı da öyledir . Her bir parçası başlı başına bir ısı ve ışık kaynağıdır öykülerin kaynağının . Benim getirdiğim öykü de , ısı ve ışık saçıyor . Peki , bu öyküyü nasıl götürebilirim insanlara ? Düşünüyorum… Sonunda Franz Kafka’nın “ölümden bile derin bir uykuya” benzettiği o tatlı uykuya dalıyorum . Yazmaya başlıyorum…

Aslında hüznü anlatmak istemezdim . Aslında “hüzünlü” bir prensesi anlatmak istemezdim. Aslında “gözyaşlarını” anlatmak istemezdim bu hüzünlü prensesin . Ama uzun bir zamandır düşünüyorum : Her şeyin doğasında kendi kendini besleyen bir hüzün saklıdır . Sanatın, edebiyatın insana verdiği hazların en büyüğü ise , bu saklı hüznü bir parça da olsa , hissedebilmektir .


Prenses ağlıyor… Solgun , bitkin ve bezgin yüzünden bir Tanrıçanın hüznü okunuyor . Hüzünlü prenses… Ne anlamlı bir imge… Gözyaşları… İnsanlığın en iyi dönemlerinde bile hiç dinmemiş . Sonsuzlukta , “sonsuzluk” denilen bilinmeyen ülkede yağan yağmur gibi… Belirsiz ve sürekli…


Aslında öykünün kalbi , esrarlı bir dörtlükte atıyor . Bu esrarlı dörtlük , şöyle konuşuyor :


“Bugün seni gördüm !
Gülüyordun bir prenses gibi ,
Soylu ve ihtişamlı
Gözlerini gördüm !..”


Daha sonra esrarlı dörtlük , kısa bir süre için susuyor ve nasıl ortaya çıktığını anlatmaya başlıyor :

“Yirmi bir yaşından gün almaya devam eden , kumral , kıvır kıvır , uzunluğu sırtının beline yakın olan bölümüne kadar uzanan , canlı ve güçlü saçlarıyla bir genç kız , biçimli bacaklarını deniz suyuna doğru uzatmış ; kıyıda mağrur ve düşünceli bir şekilde oturuyordu . Görünüşünden belli-belirsiz bir soyluluk okunuyordu . Ancak yine de soylu yanının mı , soysuz yanının mı ağır bastığını anlamak için , onu tanımak gerekiyordu . “Dünya” adı verilen gezegende yaşayan insanlara bakıldığında , benim gibi ,esrarlı dörtlüğün baktığı gibi bakıldığında şu söylenebilir : Dünya üzerinde soylu ve soysuz yanı tam anlamıyla dengede olan bir insan yoktur. Soylu veya soysuz yanı ağır basan insan vardır ya da şöyle denilebilir : “Soylu” insan veya “soysuz” insan bulunur güzel dünyamızda . Denge , kulağa hoş gelen , sevimli , derinliği olan bir sözcüktür . Fakat esrarlı dörtlük olarak bana sorarsanız ; dünya üzerinde sanat yapıtları , mühendislik çalışmaları ve bu ikisine ilham kaynağı olan doğa dışında “denge” sözcüğüne rastlamak neredeyse imkansızdır . “Zaten geriye ne kalıyor ki ?” diye soracaksınız . Ben de geriye kalanın evrenin en büyük gizemi olduğunu söyleyeceğim size : İnsan ruhu…

Sade bir güzelliğe sahip olan bu genç kız , kendine göre yavaş yavaş insanları terk edeceğinin belirtilerini vermeye başlayan yazın tadını çıkarmaya çalışıyordu . 2003 yazıydı . Ağustos ayının Eylül ayına yakın olan bölümüne girilmişti . Yani Ağustos ayının 16. veya 17.günü yaşanıyor olmalıydı . Sözü geçen güzel kızın biraz gerisinde sekiz yaşındaki küçük erkek kardeşi , yeşil renkte plastik kovası ve küreğiyle çocukluğunun en büyük eserlerinden biri üzerinde çalışıyordu . Büyük erkek kardeşi ise , o sıralarda yoğun iş toplantıları arasında mekik dokuyordu . Annesi , babası ve küçük erkek kardeşi ile sakin ve huzurlu bir tatil geçiriyordu güzel kız . Ya da - Amerikalıların da belirttiği üzere - “the first impression ( ilk izlenim )” denilen sözüne güvenilmez dostun bize anlattığı şeylerdi bunlar . Genç kızın etrafında en usta romancıların bile tümüyle anlatamayacağı o kadar güzel ve fazla sayıda ayrıntı vardı ki ; ben bir dörtlük olarak , asıl ayrıntıyı unutup , bu tamamlayıcı ayrıntılara dalmıştım : Hasır veya demirden şemsiyelerin altında genç ve yaşlı insanlar güneşleniyor , oturuyor , sohbet ediyor ya da kitap okuyorlardı . Kıyı şeridi , deniz kumuyla oynayan çocuklar , çocuklarına bir şeyler anlatmaya çalışan anneler ve babalarla doluydu . Asıl ayrıntıya yirmi adım uzaklıkta , “Hüzün” adında ana rengi beyaz , alt ve üst kısımlarında ince ve mavi renkte çizgiler bulunan bir kayık bulunmaktaydı . Bu kayığın yanında “Sevinç” adı verilen bir motor ile kırk-elli yaşlarında üç adam balık tutmaya hazırlanıyorlardı . Bu motorun beş-on adım ilerisindeki “Yalnız” adlı motor ise , ismini doğrularcasına yalnızdı . Kıyı şeridinin bitiminden açık denize doğru uzanan kara parçası , bir kılıçbalığının gövdesini anımsatıyordu insana . Taşlar ve kayalar , doğanın sert , bir yönüyle de sevimsiz yanını anlatıyordu . Kayaların kenarlarındaki ürkek , ama neşeli yengeçler bir görünüp , bir kayboluyordu . Biraz sonra kıyıdan uzaklaşmaya başlayan motorun sevimsiz çığlıkları duyulmaya başladı . Güneş , tüm bu ayrıntıları dikkatle izliyor ve hünerli elleriyle rengarenk kumsalın resmini çiziyordu . Kıyıda oturan genç kız , resmin en güzel ve en dikkat çekici ayrıntısıydı . Ancak kızın dikkat çekici olmasının nedeni , duru ve aydınlık güzelliği değil , karmaşık ve karanlık bakışlarıydı . Esen hafif rüzgar nedeniyle zaman zaman hareketli bir görünüme bürünen denizden sağ tarafa , kıyı şeridinin sonuna doğru uzanan bu karmaşık ve karanlık bakışlar , sanki şöyle konuşuyordu : “ “Hüzün” adında bir kayık ve bu kayığın on-on beş adım ilerisinde “Yalnız” adında bir motor… Bu iki deniz aracı , benim şu anda içinde bulunduğum ruh halini özetleyen iki sözcüğü ne kadar büyük bir anlayışla haykırıyorlar kalın ve sert bedenlerinden…”


Ben , küçük ve esrarlı dörtlük , biçimsel olarak kendimden çok çok daha büyük ve karmaşık olan , gerçek yaşamın içinde , o anda ortaya çıkan görkemli bir senfonik şiire tanıklık ediyordum . Kendimi bir an ünlü Çek besteci Antonin Dvorak gibi hissettim . Ancak bu kez senfonik şiiri 19.yüzyıl ortalarına doğru doğan ve 20.yüzyılın başlarında ölen bu büyük besteci değil , ben yazıyordum…


Hüzünlü ve yalnız olan genç kız , bakışlarını bulunduğu yerden sol tarafa doğru yönlendirip , kıyı şeridinin bittiği yere doğru baktığında ; şeridin kendisine oldukça yakın olan bir yerinde biri uzun boylu , yirmi beş yaşlarında gösteren , diğeri ilk okul çağında bir çocuk gibi gözüken iki erkek çocuğun beyaz ,sarı , kırmızı , mavi ve turuncu renkleri olan bir deniz topuyla oynadıklarını gördü .

Birden küçük erkek çocuğun gelişigüzel atmış olduğu top , büyük erkek çocuğun çok üstünden geçip , deniz kumunun üzerinde seke seke genç kızın yanına kadar geldi . Büyük erkek çocuk da az sonra genç kızın yanı başında belirdi . Kibar bir sesle :

“Çok özür dilerim . Kusura bakmayın . Sizi rahatsız etmek istemezdim . Ama kardeşim…”

“Kardeşiniz küçük ve dikkatsiz , öyle değil mi ?”

“ Evet . Onun adına sizden özür diliyorum . “

“Özür dilemenize gerek yok . Böyle küçük şeyleri sorun edecek biri değilim ben !..”


Büyük olan çocuk mahcup bir tavırla :

“Yanlış anlamayın , öyle demek istemedim . Yani , “Siz , küçük şeyleri sorun ediyorsunuz!” demedim . Tekrar özür dilerim !”


Genç kız , yavaş yavaş sinirlerinin gerilmeye başladığını hissediyordu . Bunun üzerine sert bir tavırla :

“Önemli değil ! Topunuzu alın ve lütfen gidin buradan !” dedi .

“Sizi kızdırmak istemezdim . Çok özür dilerim . Affedin beni , lütfen !”

“Siz özür dileme rekoru kırmadan önce , sizi gerçekten affettiğimi söylüyorum , tamam mı? Anlaştık mı ?”

“Anlaştık , tamam . Hoş çakalın ! İyi tatiller !”

“Size de iyi tatiller !”


Uzun boylu , normal bir kiloya sahip olan genç adam , genç kızın uzattığı topu aldı . Tam sırtını dönüp gitmek üzereydi ki ; birden genç kıza doğru yöneldi ve ince , titreyen bir sesle :

“Bu arada…” dedi .


Genç kız , sinirli bir edayla bu genç adamın cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden :

“Bu arada , ne ?” diye sordu .

“Bu arada , ismim Gökhan .

Genç kız gittikçe yumuşayan bir sesle :

“Benim adım ise , Pelin .” dedi ve elini uzattıktan sonra aynı anda :

“Tanıştığımıza memnun oldum !” dediklerini duydu .


O an iki genç , birkaç saniye birbirlerine baktılar . Sonra iki sade gülümsemeyle birlikte , el ele gökyüzüne doğru yükseldiler . Sonrası esrarlı bir dörtlük… İşte ben böyle doğdum . Gerçek ve kutsal bir ezgiyle birlikte gökyüzüne doğru yükseldim… O büyüleyici masal ülkesine…

Bir süre esrarlı dörtlüğü dinledikten sonra , yine ben konuşmaya başlıyorum , ya da şöyle demeliydim : “Franz Kafka’nın ölümden bile derin uykusunu uyumaya devam ediyorum : Yazmaya devam ediyorum…”


Pelin , ertesi sabah saat sekiz civarında kalktı ve yaklaşık bir haftadır yaptığı gibi , yazlık evlerine yakın olan denize yüzmeye gitti . Genç kız , küçük erkek kardeşi , annesi ve babasıyla birlikte , iki katlı , beyaz renge boyanmış yazlık evlerden oluşan bir sitede oturmaktaydı . Bu dört kişilik aile , Temmuz ayı başından Ağustos ayı sonuna kadar bu yazlık evde oturur ; yazın tadını çıkarmaya çalışırdı .

Pelin denizde yüzerken , kendisini izleyen bir çift gözün farkında değildi . Genç kız bir süre yüzdükten sonra , denizden çıktı ve deniz kıyısında oturdu . Yine sessiz , sakin bir şekilde belirsiz düşüncelere daldı . Hafif bir rüzgar esiyordu sabahın eşsiz huzuruna doğru… Dalgalar kıyıda bir heykel gibi duran genç kızın ayaklarını okşuyordu . Alabildiğine dingin ve huzurlu bir yaz sabahı , yaşamını borçlu olduğu Tanrıyı ve bugünü kibar bir asilzade gibi selamlıyordu… Sessizce , öyle bir heykel gibi dururken , sanki uyuyor gibiydi . Uyuyan bir heykel… Aslında uyuyan bir güzel… Soylu sessizliğinde ve sıra dışı hareketsizliğinde kaybolmuş , uyuyan bir güzel… Acaba kendi şiiriyle doğanın çok sesli şiirinin birleştiği bu anda , kendisini bu uykudan uyandıracak öpücüğü mü bekliyordu ?..

Birkaç dakika sonra mavi , yeşil , turuncu , kırmızı ve beyaz renklere sahip olan bir deniz topu , genç kızın sağ tarafına doğru beş-on adım uzaklıkta bir yerden denize doğru yuvarlanmaya başladı . Genç kız , deniz kıyısına yakın bir yerde , deniz suyunun üzerinde kalan bu topun yanına gittiğinde , topun üzerinde büyük harflerle :

“BUGÜN SENİ GÖRDÜM !” yazılı olduğunu gördü . Pelin bu esrarengiz olaya bir anlam veremediğini sansa da , zihninde belli-belirsiz bir şeyler oluşuyordu…


Birkaç dakika , ama bilinmez zaman aralıklarıyla üç deniz topu daha benzer şekilde denize doğru yuvarlandı . Bu üç deniz topunda yazılı olanlar ise , sırasıyla şöyleydi :

“GÜLÜYORDUN BİR PRENSES GİBİ ,
SOYLU VE İHTİŞAMLI
GÖZLERİNİ GÖRDÜM !..”



Bu üç deniz topunun hemen arkasından ise , deniz kıyısına pek uzak olmayan bir mesafedeki ağaçlık bir yerden genç bir erkek çıktı ve deniz kıyısındaki genç kıza doğru yürümeye başladı . Gizemli genç adam , genç kızın yanına kadar geldi ve berrak bir ses tonuyla :

“Günaydın !” dedi .

O anda Pelin , bir seri katili görmüşçesine bir çığlık atacak gibi oldu , ama oğlanın yüzünü tam olarak inceleyince , çok derinlerden gelen bu çığlık , geldiği yere geri döndü . Genç kız , şaşkınlığını gizleyemeyerek :

“Günaydın !” diyebildi .

Bu korkunç şaşkınlığı , ürkek bir kızgınlık izledi :

“Yeni tanıştığınız insanları hep böyle korkutur musunuz siz ? Kendimi bir korku filminin içindeymiş gibi hissettim .”

Genç erkek , yani Gökhan üzgün bir şekilde :

“Sizi korkuttuysam , üzgünüm . Fakat duygularımı farklı şekillerde açıklamaktan hoşlanan biriyim ben . Beni affedin lütfen !”

“Lütfen af dilemeyin ! Bundan sıkılmaya başladım artık .”

“Anlayamadım . Neden sıkıldınız ?”

“Sürekli benden özür veya af dilemenizden !”

“Tamam , bundan sonra buna dikkat etmeye çalışırım . Bu arada dörtlük için ne düşünüyorsunuz ?”


Genç kızın yüzünde yüreğinden kopup gelen , şirin bir gülümseme belirdi :

“Beni bir prensese benzettiğiniz için teşekkür ederim ! Fakat bu dörtlüğün anlamı nedir ? Bana aşık mı oldunuz ?”


Gökhan , kendinden emin bir şekilde cevap verdi :

“Aslında bilmiyorum . Dün sizinle birkaç saniye bakışmamızın ürünüdür bu dörtlük . Fakat duygularımı bir kılıf içerisine yerleştirebilmiş değilim . Yani bu , aşk mı , sevgi mi ? Bunu bilmiyorum . Sadece kalbimden kalemime , oradan da kağıt parçasına doğru esrarlı bir yolculuğa çıktım ve bu yüzden bu dörtlüğün adını “Esrarlı Dörtlük” olarak belirledim .

“Esrarlı dörtlük mü ?”

“Evet , esrarlı şeylere inanırım ben .”

“Öyle mi ? Ben esrara inanmam .” dedi Pelin bunun üzerine ve devam etti :

“Artık çoğu kişinin yaşamı çok basit ve çok düz olaylarla dolu bir şekilde geçiyor . Masalsı , destansı , şiirsel olaylar sadece kitaplarda bulunuyor . Birer akvaryumda yaşayan , dışarıda bulunan gerçek dünyadan habersiz insanlar için okunmayı bekliyor bu saçmalıklar . Bu insanlar , hayata bir yerinden tutunabilmek , bir parça da olsa avunabilmek için , kendilerini edebiyatın sihirli dünyasına bırakıveriyorlar… Ben böyle biri değilim . Yani bu azınlıkta kalmış insanlar gibi , edebiyatın , sanatın gücüne , yaşamın bir şiir olabileceğine inanmıyorum . Onların içerisinde yer almak da istemiyorum . Lütfen , o bakışmaları , gülümsemeleri , gökyüzünü , denizi , “esrarlı dörtlüğü” , “şiirsel” olduğunu sandığınız o anların hepsini unutun ve beni rahat bırakın !”

Pelin’in bu sözleri , bir haykırışa dönüşmüştü . Dünyanın çoğunluğunun haykırışıydı bu . Sadece “maddi dünyayı” değil , git gide “manevi dünyayı” da tüketen , yok eden insanların sesiydi bu . Bu tüketim çılgınlığına karşı direnen , üretime eğilimli insanlara karşı söylenmiş sözlerdi bunlar… Kaybolan şiirin , kaybolan insanın “çıplak gerçeğini” yansıtan ; ruhsuzca , düşüncesizce kurulmuş cümlelerdi bunlar… Ve tüm insanlığa , bir büyünün , “insanın büyüsünün” bozulduğunu haykırıyordu…



Gökhan , son derece üzgün görünüyordu . Hiçbir şey söyleyemedi . Sadece olabildiğince sessiz , ama hızlı adımlarla oradan uzaklaştı…


Hüzünlü genç kız , artık bir prensesti . Genç adam , onu bir prenses yapmıştı . Şimdi ise , “hüzünlü” prensesti . Ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu . Gözyaşları , tüm insanlığın gözyaşlarıydı . Şiirini , ruhunu yitiren , evrende kaybolup giden insanın gözyaşlarıydı…


Kafka’nın uykusundan uyanıyorum… Yazmayı bırakıyorum… Hüzünlü prensesin gözyaşlarını daha fazla anlatmak istemiyorum…

Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Hüzünlü prensesin gözyaşları Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Hüzünlü prensesin gözyaşları yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
HÜZÜNLÜ PRENSESİN GÖZYAŞLARI yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL