Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır. goethe
erkanbars
erkanbars

OLİMPOS ATEŞİ

Yorum

OLİMPOS ATEŞİ

3

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

2023

Okunma

OLİMPOS ATEŞİ

OLİMPOS ATEŞİ

Küçük bir defter , bir kalem , cüzdan , dijital fotoğraf makinesi , hafıza kartları , tüm bunların içine konulacağı boyna asılan spor bir çanta ve ben… Bir keşif gezisi için gerekli olan her şey hazır . Az daha unutuyordum : Güçlü , tutkulu ve meraklı bir gezgin ruhunu da eklemem gerekir . O olmadan atılan hiçbir adımın anlamı yoktur çünkü . Yalnız yaptığımız gezilerde değil , hayatta attığımız her adımda bir gezginin ruhunu taşırız farkında olmadan . Zekâsı ölçülemeyen büyük Alman şair ve yazar Goethe , bunu şöyle dile getiriyor : “Evet , yeryüzünde bir gezginim yalnızca , bir yolcu ! Sizler bunun ötesinde misiniz ?..”

Kaptanın seyir defterinde yeni durak , bu kez Olimpos olacaktı . Olimpos adının mitolojik bir anlamı vardı aslında . Yunan mitolojisinde Tanrıların oturduğu dağın adıydı . Aynı zamanda bu dağ , Yunanistan’ın en yüksek dağıydı . Burada sözü geçen yer ise , 1972 yılında Antalya ili Kemer ilçesi sınırları içerisinde bulunan , doğal ve tarihî güzelliklerin korunması için sit alanı olarak korunmaya alınan bir bölge konumundaki Olimpos Beydağları Milli Parkıdır . Olimpos-Beydağları Sahil Milli Parkı Sarısu’dan itibaren Antalya-Kumluca karayoluna ve Akdeniz’e paralel olarak Gelidonya Burnu’na kadar uzanmaktadır . Bu milli parkın içerisinde Antalya’ya 60 km uzaklıkta olan , bugün artık Kemer’e değil de , Kumluca ilçesine bağlı olan bir tatil köyüdür Olimpos , bir bakıma da bir antik kenttir .

Bu ön bilgilerin ışığında yolculuğa başlamıştım . Kendimi hem Anadolu’nun yanı sıra Kuzey Afrika , İran , Kafkaslar , Orta ve Kuzey Avrupa’yı gezip , gördüklerini “Seyahatname” adlı eserinde anlatan Evliya Çelebi gibi , hem de Kubilay Han’ın görevlendirmesiyle 13.yüzyılın son çeyreğinden 14.yüzyıl başlarına kadar Anadolu , Mezopotamya , İran , Türkistan , Pamir Dağları , Gobi Çölü , Çin , Uzakdoğu ve Afrika’yı dolaşan , tarihsel , coğrafi , etnolojik ve sosyolojik değer taşıyan gezi yazılarıyla gördüğü yerleri anlamaya çalışan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo gibi hissediyordum . Kalbimin yarısı Doğuya , yarısı da Batıya aitti . Orhan Pamuk için İstanbul ve Dostoyevski için St. Petersburg şehri ne ifade ediyorsa , Antalya da benim için benzer şeyleri ifade ediyordu . Antalya’da tek başıma ya da arkadaşlarımla yaptığım gezilerde sosyolojik açıdan Türkiye’nin profilini yansıtan bu şehirle ilgili gördüğüm ve algıladığım şeyleri biriktiriyor ; bunların kimi zaman kelimelerle , kimi zaman da fotoğraflarla somut bir şekle bürünmesini sağlıyordum . Ve galiba farkında olmadan görünmez bir kalemle ruhumun derinliklerinde “Antalya Seyahatnamesini” yazıyordum…

Ruhumun derinliklerinden yukarıya doğru yükselip bedenimden dışarı taştığımda , elime kalemimi aldım ve “Seyahatnamenin” Olimpos antik kentiyle ilgili olan bölümünü yazmaya başladım . Yolculuk üzerinde “Batı Antalya” yazan minibüslerin kalktığı yerde başladı . Bu isim tesadüfen konmamıştı . Oradan hareket eden minibüsler Antalya’nın merkezine göre batıda kalan ilçelerine doğru gidiyorlardı . Benim bineceğim minibüs ise , Antalya’nın merkezinden başlayıp sırasıyla Kemer , Kumluca , Finike ve Demre ( Kale ) adlı ilçelerden geçiyor , yolculuğunu ise , Antalya’nın en batısında kalan Kaş’ta tamamlıyordu . Bir antik kentin gizemini keşfedecek olmanın yarattığı heyecan ve tutkuyla minibüse bindim . Yaklaşık on dakika sonra da hareket ettik . 2007 yılının Eylül ayı sonlarına doğru yaklaşıyorduk sanırım . Küresel ısınmanın korkunç yüzünü göstermeye başladığı bir yıldı ve galiba hissedilen sıcaklık 35-400C arasında bir değerde olmalıydı . Sonbahar mevsiminin ikinci ayına yaklaşıyor olmamıza rağmen , Ağustos ayından kalma bir yaz günü yaşanıyordu adeta . Yabancı turistler havanın güzel olmasını fırsat bilmişler , yanlarına çantalarını ve gezgin ruhlarını da alarak tatile çıkmışlardı . Turizm sezonunun sakinleştiği sonbahar aylarının tadını çıkarıyorlardı . Şoför ve 1-2 kişi dışında minibüste Türk yoktu . İngiliz , Alman , Japon hatta –sonradan öğrendiğime göre- Meksikalı turistler bile vardı minibüste . 1979 yılında yapıldığı söylenen
324 m uzunluğundaki Akyarlar tünelini geride bırakana dek benim için oldukça sıradan geçiyordu bu yolculuk . Tünelden çıktıktan sonra önümde oturmakta olan genç Japon bayanın oldukça güzel , lacivert bir cildi olan bir defter çıkardığını gördüm çantasından . Defterini açıp şöyle bir göz gezdiriyordu . Japonca bilmememe rağmen , bu defterin gezi notları içeren bir defter olduğunu anladım . Bu aslında oldukça sıra dışı bir ayrıntıydı bence . Çünkü Japonlar genellikle gezdikleri yerlerin fotoğraflarını çekmekten hoşlanırlar . Yani gezdikleri yerleri fotoğraflarla belgelemeyi severler . Fotoğraf makinesi olmayan bir Japon turist görmedim hiç . Yaptığı gezilerle ilgili notlar almak , hatta gezi yazıları yazmak Avrupalılara özgü bir alışkanlıktır daha çok . Marco Polo , Goethe , André Gide ve daha pek çok isim sayılabilir gezi yazıları yazmış olan Avrupalı gezginlerden ve yazarlardan . Bizden de Evliya Çelebi örnek olarak gösterilebilir . Geçmişe yönelik bu birikimlerinden dolayı yaşamış olduğum şaşkınlık , yerini yavaş yavaş bir kabullenişe bırakmıştı . Küreselleşmeyi kabullenişti bu . Artık geleneksel alışkanlıklarla yetinmiyordu insanlar , küresel alışkanlıklar da kazanıyorlardı . Bu genç bayan da ait olduğu toplumda kazandığı fotoğraf çekme alışkanlığı ile eskiden Avrupalılara , şimdi ise küresel dünyaya ait olan gezi notları alma alışkanlığını birleştirmişti . Ve deyim yerindeyse Japon bir gezgin değil , küresel bir gezgin olmuştu . Ben bunları düşünürken , sırasıyla Beldibi , Göynük ve Palmiye tatil köylerini geride bırakmıştık . On yedi bin civarında nüfusu olan Kemer’e ulaşmadan önce , 1974 yılında yapılmış olan 130 m uzunluğundaki Çamdağ tünelinden geçtik . Ben güzergâhın Kemer ilçe merkezine kadar olan kısmını biliyordum aslında . Daha önce arkadaşlarımla mavi bayraklı sahillerini merak ettiğim Kemer’e gelmiştim . Yani benim için yolculuk asıl Kemer’den sonra başlıyordu . Bu güzel ilçeyi geride bıraktıktan sonra Kiriş ve Çamyuva tatil köylerinden geçmiş ve güzergâhımızın ilk antik kentine ulaşmıştık : Phaselis . Japon turistler burada indiler . Sanırım Japon genç bayan gezi notlarına Phaselis ile devam edecekti . Phaselis’in ardından Tekirova tatil köyü de geçmişteki yerini aldı ve Çıralı ile Kaynartaş’ı gösteren levhanın önünde durduk . İngiliz ve Alman turistlerden oluşan grup da burada yolculuklarına son verdiler . Minibüste sadece Meksikalı turistler ve Türkler kalmıştı . Hafif esen rüzgârın etkisiyle yolculuk boyunca bize eşlik eden sakin deniz manzarası yükselen rakımla beraber yavaş yavaş kayboluyor gibiydi . Sonunda Olimpos dinlenme tesislerine ulaştık . Burası Olimpos tatil köyünün ruhuna aykırı düşmeyen bir yerdi . Tabii ki , sonradan farkına varmıştım bunun . Hemen dijital fotoğraf makinemi çıkardım ve ilk fotoğrafı çektim . Büyümekte olan bir ağaca asılmış , deniz mavisi üç ayrı tabelaya kelime kelime kırmızı harflerle yazılmış olan “Olimpos Dinlenme Tesisleri” yazısı görünecek şekilde sol tarafından fotoğrafını çekmiştim bu yerin . Fotoğrafta ayrıca beyaz bir cip , Batı Antalya tarafına giden araçların yolcu indirip bindirdiği durak ve ağaçtan yapılmış olan tesisin ön tarafını örten irili ufaklı ağaçlar ile rengarenk çiçekler yer alıyordu . Sağ tarafa geçerek çektiğim ikinci fotoğrafta ise , çöp kutuların gölgeleyen bir ağacın sol tarafında tesisin girişi gözüküyordu . Ağacın hemen yanında bir şemsiyenin altında ağaçtan yapılmış bir masa göze çarpıyordu . Fakat tüm bu ayrıntılardan daha önemli olan bir şey vardı . Öncelikle şu sorunun cevabını bulmalıydım . Buradan Olimpos tatil köyüne nasıl gidecektim ? Tesisin ön tarafında yer alan ayrıntılara ve çektiğim fotoğraflara öylesine kaptırmıştım ki kendimi ; minibüsten benimle beraber inmiş olan hasır şapkalı iki Meksikalının da benim gibi şaşkın şaşkın etrafa bakındığını ve benimle aynı soruyu cevaplamaya çalıştıklarını unutmuşum . Yuvarlak , hasır şapkalı Meksikalılar , irili ufaklı tepelerin , dağların ötesinde ıssız bir yer , bu ıssız yerin ortasında ağaçtan yapılmış bir dinlenme yeri… Bu ilginç ayrıntılar bana Sergio Leone’un Western filmlerindeki vahşi batıyı çağrıştırıyordu . Filmlerinde vahşi batıda yaşananları birer şiire dönüştüren usta İtalyan yönetmenin görsel zekâsına o an içimde dolaşmaya başlayan Ennio Morricone’nin dahice bestelenmiş müzikleri de eklenince , dinlenme tesisi vahşi batıdaki hanlardan birine , otomobiller at arabalarına , Meksikalıların ayakkabıları kovboy çizmelerine dönüşmüştü. Ama içlerinden biri sırtına asılı çantasıyla beraber yanıma gelip :
“Hi ! Do you know where Olimpos is ? ( Merhaba ! Olimpos’un nerede olduğunu biliyor musunuz ? ) ” diye sorunca vahşi batı hayalinden çıkıp Olimpos gerçeğine ulaşmıştım yine .

“Hi ! I don’t know where Olimpos is . I try to learn how to go to Olimpos just like you . ( Merhaba ! Olimpos’un nerede olduğunu bilmiyorum . Tıpkı sizin gibi Olimpos’a nasıl gidileceğini öğrenmeye çalışıyorum . ) ” şeklinde cevap verdim Meksikalıya .

“Where do you come from ? ( Nerelisin ? ) ” diye sordu Meksikalı .

“I come from Turkey . ( Türküm )” diye cevap verdim .

“Do you know Antalya ? ( Antalya’yı biliyor musun ? ) ”

“Yes , I’m living in Antalya but I don’t know west side and east side of it . I try to discover them with these trips .
( Evet , ben Antalya’da yaşıyorum , fakat Antalya’nın batısını ve doğusunu bilmiyorum . İşte böyle kısa yolculuklarla keşfetmeye çalışıyorum . ) ” diye cevap verdim .

“O.K. , my friend . Thank you ! ( Tamam , dostum . Sağol ! ) ” dedi .

“Not important , my friend ! ( Önemli değil , dostum ! ) ” diyerek Meksikalıların yanından ayrıldım . Tesisin sol tarafına doğru yürümeye başladım . Batı Antalya minibüslerinin yolcu indirip bindirdiği durağın sol tarafında daha önce gözümden kaçmış olan , daha doğrusu Batı Antalya’ya ait minibüsler olduğunu düşünerek önemsemediğim iki beyaz minibüse rastladım . Ön camlarının sağ alt köşesinde bulunan bir tabelada büyük harflerle “OLIMPOS” yazılı birer tabela gözüme çarptı. Bu minibüsler buradan Olimpos’a giden minibüsler olmalıydı . Şimdi sıra bu minibüslerin kalkış saatlerini öğrenmeye gelmişti. Burası dinlenme tesisi olduğuna göre , şoförler de tesiste olmalıydı . Sanırım denklemi çözmek üzereydim . Aslında keşif yolculuklarında rastlanan bu küçük denklemler insanın kaşif ruhunu besleyen küçük egzersizlerdi . Bunları düşünerek tesisin girişine doğru yürümeye başladım . Bu arada Meksikalılar gözden kaybolmuştu . Sanırım onlar da tesisin içindeydi . Aklıma takılan birçok sorunun cevabı içerideydi . Meraklı gözlerle kapıdan içeri girdim . Bir süre etrafa bakınıp durdum şaşkın gözlerle . Sanki orası bir tiyatro sahnesiydi . Şu anda orada bulunan herkes kendi rolünü oynuyordu . Ve sıra bana gelmişti . Bu sahnenin son oyuncusu bendim sanki . Gizemli gerçeklerle dolu hayat sahnesinin bu sakin öğleden sonrasında , ağaçtan yapılmış bir dinlenme tesisinde yolunu bulmaya çalışan yalnız bir adam ve yolcular…Olimpos’a giden ve Olimpos’tan gelen o gezgin ruhlu , tutkulu insanlar… Sonra içinde bulunduğum mekânın ve bu mekânın çevresinin vahşi batıyı fazlasıyla çağrıştırmasından olsa gerek , kendimi yine Sergio Leone’un Western filmlerinde bulmuştum . Sanki vahşi batıdaki barlardan birine girmiştim . Bar kısmı sol taraftaydı ve sanki barmen sürekli içki hazırlayıp duruyordu . Vahşi batının hayatla ilgili sorularına cevap arayan , kafası karışmış kovboylarından biriydim o an . Bu barın içinde aşkla , savaşla , ölümle ve sonuç olarak hayatla ilgili bazı gerçekler saklıydı ve ben vahşi batının yalnız kovboyu , bu vahşi dünyanın gizemi ve karmaşası içinde olabildiğince hayal kuruyor ; ama bir taraftan da bu gerçeklere ulaşamasam bile , onlara yaklaşmak istiyordum . Vahşi batı hayallerine o an için nokta koyan , tesisin neredeyse tam ortasında ayakta durmuş , kulağında cep telefonuyla konuşmaya dalmış , üniversiteli olduğunu düşündüğüm bir genç kız oldu . Konuşmaların arasından şu cümleyi çekip almıştım :

“Valla , biz de böyle gezgin gibi olduk !..”

Yanında bir kız arkadaşı daha vardı , yani iki kişiydiler . Girişteki masada oturan elli yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir adam , bana dönüp gülümseyerek şöyle dedi :

“Beş-on dakikada bir cep telefonuyla rapor veriyor arkadaşına seyahatiyle ilgili .”

“Hımm , anladım.” diyerek ben de gülümsedim .

Bu adam aslında en önemli sorumun cevabıydı , fakat henüz farkında değildim bunun .

“Şu dışarıda Olimpos yazılı tabelası olan minibüsler ne zaman hareket edecek ?” diye sordum merakla bana bakmakta olan bu adama .

“On-on beş dakika sonra hareket edeceğiz !” dedi adam . O minibüslerden birinin şoförü olduğunu söyledi . Yarım saatte bir buradan kalktıklarını da ekledi .

Biraz daha etrafa bakınınca Olimpos’a gidecek olan Meksikalıları ve Türkleri de görmüştüm . Minibüs şoförleri , tesisin işletme sahipleri ağaçtan yapılmış masalarda oturmuş , çay içiyorlardı . Üniversiteli gezgin kızlar Antalya’ya dönmeye hazırlanıyorlardı . Tesisin arka tarafında bulunan terasta İngiliz olduklarını düşündüğüm bir aile öğle yemeği yemekteydi . Sanırım onlar da Antalya’ya dönecek olan yolcular arasındaydı . Birkaç dakika sonra :

“Olimpos ! Olimpos’a gidenler kalmasın !” diyen bir ses duydum . Gitme vakti gelmişti . Olimpos’a gidecek olan herkes yerinden kalktı ve bir-iki dakika içerisinde yola koyulduk . Minibüs önce tesisin sağ tarafından aşağıya doğru uzanan oldukça dik bir yola girdi . Toprak yol olduğu için şoför bayağı hız kesmek zorunda kaldı . Bu sinir bozucu yolu geride bıraktıktan sonra , Olimpos’a doğru uzanan yola girdik . İrili ufaklı bungalovların , pansiyon , kafe ve restoranların çevrelediği, ağaçların sımsıkı sardığı yollardan geçerek Olimpos antik kentine ulaştık . Herkes minibüsten indi . Ben şoföre cevaplarını merak ettiğim bazı sorular sormak için kaldım .

“Affedersiniz , antik kente ait kalıntılar ne tarafta acaba ?” diyerek ilk sorumu sordum .

“Şu önümüzdeki arabaların ilerlediği yolu takip edin . Biraz ileride girişi göreceksiniz . Yolu takip ederseniz , sağlı-sollu levhalara rastlayacaksınız . Bu levhalar sizi ilgili kalıntılara götürür .”

“Teşekkür ederim , sağ olun !” dedim .

“Siz Antalya’ya ilk defa mı geliyorsunuz ?” diye sordu .

“Hayır , ben Antalya’nın merkezinde yaşıyorum . Öğretmen olarak buraya atandım . İşte böyle geziler yaparak Antalya’nın ilçelerini tanımaya çalışıyorum .” diye cevapladım .

“Çok güzel ! Ben Maliye Bakanlığından emekli oldum . Emekli olduktan sonra bu işi yapmaya başladım . Can sıkıntısı ve ekonomik sıkıntılar beni bu işi yapmaya zorladı .” dedi .

“Anlıyorum sizi . Hayat şartları iyice zorlaştı tabii . Haklısınız .” dedim .

“Burada kaç gün kalacaksınız ?” diye sordu .

“Hayır , aslında günübirlik gezmek için geldim . Amacım , esaslı bir keşif gezisi yapmak . Daha sonra belki tatil sezonunda arkadaşlarımla birlikte birkaç gün kalmak için gelebilirim buraya .” şeklinde cevap verdim .

“Öyleyse siz sormadan söyleyeyim : Son arabamız akşamüzeri altı buçuk civarında kalkacak . Kendinizi ona göre ayarlayın .” dedi .
Şoför amcaya yardımlarından dolayı teşekkür ettikten sonra minibüsten indim . Birkaç dakika sonra Olimpos’un içindeydim . Eğer böyle tarihî eserlerin olduğu bir yerde dolaşıyorsanız ve bir rehberiniz yoksa , rehberiniz kendiniz olacaksınız demektir . Bu yüzden böyle bir keşif gezisine çıkmadan önce bir ön araştırma yapmanız gerekecektir . Ben ön araştırmamı yapmıştım . Şimdi ise , o soyut bilgilerin bu kalıntılarla somutlaşmasına sıra gelmişti . Likya kral yolu üzerinde bulunan ve Helenistik Devir’de kurulduğu bilinen Olimpos , M.Ö. 78’de korsanlardan temizlenerek Roma topraklarına katılmış . Öyleyse Roma Uygarlığına ait eserler çoğunlukta olmalıydı bu kentte . İlk dikkatimi çeken sağ tarafta boylu boyunca uzanan kaleye benzer bir yapıya ait kalıntılar olmuştu . Yakınlarında bir yerlerde bilgi verme amacıyla konmuş bir levha olup olmadığına baktım . Ama herhangi bir levha göremedim . Yolun sol tarafına geçtiğimde ise , Kuzey Nekropol ( North Necropolis ) yazılı levha dikkatimi çekti . Nekropol , arkeolojik şehirlerde mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin bulunduğu bölgeye verilen isim anlamında kullanılan bir arkeoloji terimiymiş . Günümüz mezarlıklarından farkı , şehirle iç içe olmalarıymış . Günümüzde ise , mezarlıklar genelde şehir dışında yer alan bölgelere kurulmaktadır . Sanırım antik çağdaki insanlar ölülerine güçlü bir tutkuyla bağlıymış ve onlarla iç içe yaşamaktan hoşlanırlarmış . Antik çağa ilişkin bu küçük teorinin ardından “Kuzey Nekropol” ifadesini çözmüştüm . Antik kentin kuzeyinde yer alan mezarlıklar anlamına geliyordu bu ifade ve Roma Uygarlığına ait olmalıydı . Bu levhayı geride bıraktıktan sonra , sağ tarafta bir tapınak veya kaleye benzer bir yapının kalıntılarını , sol tarafta ise kiliseye benzer bir yapının kalıntılarını izledim ve tabii ki , birer fotoğrafla bunları belgeledim . Sol taraftaki kiliseye benzer yapının kalıntılarını biraz daha takip edince , ağaçtan yapılmış bir başka levha daha dikkatimi çekti . Üzerinde “A Kilisesi ( Church A ) , Roma Tapınağı ( Roman Temple ) , Anıtsal Mezar ( Monumental Tomb ), Mozaikli Yapı ( Building With Mosaics ) , Liman Anıt Mezarları ( Harbour Monumental Tombs ) ve Ceneviz Kalesi ( Genevoise Castle ) yazılıydı bu levhanın . Ve bu yapılar ya da daha doğrusu bu yapılara ait kalıntılar biraz ileride olmalıydı . Çünkü levha böyle söylüyordu . Kent tarihiyle ilgili gerçekleri yavaş yavaş göstermeye başlıyordu ve bu da beni oldukça heyecanlandırıyordu . M.Ö. II.yüzyılda Rhodiapolisli Opramoas’ın Roma Uygarlığına ait birçok yapının onarımını ve yeniden yapımını sağlamasından sonra , III. yüzyılda yeniden korsan saldırılarına maruz kalan kent fakir düşmüş ve uzun bir süre önemsiz küçük bir kent olarak yaşamını sürdürmüş . Venedik , Ceneviz ve Rodos şövalyelerinin Akdeniz’de cirit attığı Orta Çağ’da şehir biraz hareketlenmiş ise de , Osmanlıların deniz üstünlüğünü kurmalarından sonra iyice önemini kaybetmiş ve XV. yüzyılda terk edilmiş . Roma’dan Osmanlı’ya kadar uzanan yaklaşık 1700 yıllık bir döneme yayılmış bir geçmişi olan bu kent , bu levhada yazanlarla sadece Roma’nın değil , pek çok uygarlığın ve kültürün uğrak yeri olduğunu anlatıyordu sanki sessizce . Bu levhayı da geride bıraktım ve yoluma devam ettim . Boyunlarında asılı fotoğraf makineleri , hasır şapkaları ve özgür kıyafetleriyle meraklı gezginler de yavaş yavaş görünmeye başlamıştı . Benim gibi kenti yeni gezmeye başlayanlar , gezip geri dönenler ve onları buluşturan bu gizemli antik kent… Sanırım tüm ayrıntıları birbirine bağlayan temel ayrıntılardı bunlar . İrili-ufaklı kalıntıların ve yer yer bu kalıntıları çevreleyen ağaçların arasından geçtikten sonra bir levhaya daha rastlamıştım . Az önce sözü edilen yerlerden A Kilisesi ve Roma Tapınağının sol tarafta , diğer kalıntıların ise , ileride olduğunu gösteren bir levhaydı bu . Sola dönmeden yoluma devam ettim . Çünkü sağ tarafta ve az ileride çok ilginç bir manzara dikkatimi çekmişti . Ceneviz Kalesi irili ufaklı taşlarla dolu bir su birikintisinin arkasında ağaçların arasına gizlenmiş , öylece bekliyordu . Bu kaleye ait kalıntılardı bunlar ve bu kentte tarihle doğanın buluşmasının en çarpıcı örneğiydi sanırım . Belgelenmeyi hak eden bu ilginç manzaradan sonra , tekrar sol tarafa yöneldim , kilise ya da tapınağa benzer kalıntılar birbirini izliyordu . Bir süre sonra , bir levhaya daha rastladım . Anıtsal Mezar ve Mozaikli Yapı’nın sol tarafta ve içeride yer aldığını gösteriyordu . Küçük çapta birkaç dağcılık hareketinden sonra bu önemli kalıntıların olduğu yola ulaşmıştım . Bu oldukça esrarengiz bir yolculuğun başlangıcıydı . Sağlı sollu bir yapının kalıntılarıyla çevrilmiş , tek bir kişinin geçebileceği kadar dar bir yolda ilerlerken , gizemin yarattığı belli-belirsiz bir ürperti sarmıştı ruhumu . Oldukça geniş bir alana yayılan dallarıyla kalıntıları gizleyen ağaçlar , gerçek bir karşılama töreni sunuyorlardı gezginlere . Ağaçların karşılama törenini geride bıraktıktan sonra , “Anıtsal Mezara” ulaşmıştım . Yapının görkemli duruşu , “anıtsal” sıfatını doğrular nitelikteydi . Hemen yakınında “Antimachos’un Lahdi’ne” rastladım . Ağaçların arasında ilerlemeye devam ederken , kendimi bu antik kentin kalıntılarını keşfetmeye çalışan bir gezginden çok , Indiana Jones gibi hissetmeye başladım . “Kutsal Hazine Avcıları” adlı filmden bazı sahneler belirdi bir anda zihnimde . Yine gerçekle hayali birleştirdim ve insanlığın gerçek kutsal hazinelerinin böyle kalıntılar olduğunu düşündüm . Altınlar , mücevherler değil , burada pek çok uygarlığa ait parçalar gizliydi . Hiçbir şeyin insanoğlunun yarattığı kültür kadar değerli olmadığını ayrımsadım . Kısa bir süre sonra , “Mozaikli Yapıyı” gösteren levhayı takip ederek bu estetik yapıya ulaşmıştım . Buradan çıktıktan sonra insana korsanları , Venedik , Ceneviz ve Rodos şövalyelerini ve tabii ki , Osmanlıyı anımsatan “Liman Anıt Mezarlarını” gördüm . Biraz ileride üzerinde “OLYMPOS” yazan büyük levha göze çarpıyordu . Ve deniz… Gizemli , karanlık ve ağaçlarla bezenmiş yeşil bir yolculuğun sonunda mavinin tonlarıyla insana gülümseyen deniz…Deniz kıyısındaki insanlara ve irili ufaklı teknelere bakarken , sanki kalbimden kopup gelen , daha sonra ruhumda dolaşıp zihnimde aniden beliren şu dörtlük gökyüzüne doğru yükselmişti o an . Güneş de bu sözcükleri duymak için sabırsızlanıyor gibiydi ve onu daha fazla bekletmek istemedim :

“Gün batımına doğru uzanan güzel ,
Kalbimi öylesine acıttın bir bilsen !
Çılgınca üzerimize doğru esen yel ,
O aşk mıydı , masal mı bir söylesen !..”

Belki bir aşktı , belki de inandığım bir masaldı . Bilemiyorum , zaten o yüzden rüzgâra soruyorum . Ama bildiğim bir şey var : O da bu aşkın ya da masalın bana sinema tarihinin en iyi aşk filmi “Casablanca” filmindeki yaralı aşık Rick Blaine’in şu repliğini hatırlattığı : “Mutsuz bir son ! Yağmur altında tren istasyonunda bekleyen bir adam , suratında da komik bir ifade var . Oysa içten içe berbat hâlde…”

Deniz kıyısında dolaşırken , geriye doğru tam karşıdaki tepeye baktığımda , yine irili ufaklı ağaçların arasına gizlenmiş kalıntılar gözüme çarptı ve hemen farklı açılardan fotoğraflar çektim. İşte tam da Olimpos’u çekici kılan noktada duruyordum : Deniz , doğa ve tarih olabilecek en iyi biçimlerde ve renk tonlarında bir araya geliyordu .

“İyi ki gelmişim !” dedim kendi kendime .

Birçok fotoğraf çekmiştim . Ama bir tanesi var ki , Olimpos’u çok iyi bir şekilde özetliyor : Bir yapıya ait kalıntılar ağaçların arasına öylesine iyi saklanmış ki , güçlükle seçilebiliyor ve ağaçların dalları ile yaprakları arasından masmavi bir deniz görünüyor . Bu derin anlamlar içeren fotoğrafın ardından yavaş yavaş geri dönmenin zamanının geldiğini düşündüm . “OLYMPOS” yazan büyük levhayı geride bıraktım ve hızlı adımlarla yürümeye başladım . Görüp keşfettiğim yerlerde daha fazla oyalanmamak için yapıyordum bunu . Bir süre sonra yavaşladım . Dönüşte gezmeyi düşündüğüm yerler vardı sırada . Sıra bu yerleri keşfetmeye gelmişti . Ağaçtan yapılmış o levhalardan birine daha rastladım . Sağ taraf , “A Kilisesi” ve “Roma Tapınağını” , ilerisi ise “Güney Nekropolü” gösteriyordu . Sağa döndüm ve ağaçların arasında heybetli Roma Tapınağı ve bütünlüğünü önemli ölçüde yitirmiş , Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında dinî işlevlere hizmet vermiş olan transeptli bazilikal planı şemasındaki A Kilisesine rastladım . Burada yalnızca fotoğraf çekmedim , kamera kaydı da yaptım . Birbiriyle bağlantılı olan birçok kalıntı bir aradaydı çünkü . Bu esrarengiz yerden çıkıp aşağıya doğru yürüdüğümde , levhanın gösterdiği gibi “Güney Nekropol” kalıntılarını bulacaktım . Keşif gezimin son durağı da bu kalıntılar olmuştu . Tekrar Olimpos’un girişine ulaştığımda , garip bir his sardı tüm benliğimi . Sanki Olimpos’ta dolaşırken , kalbimde ve ruhumda da içsel bir keşif yolculuğuna çıkmıştım . Ruhumun içerisinde yer alan kiliseleri , tapınakları , kaleleri gezmiş ; kalbimin “Kuzey Nekropol” ve “Güney Nekropol” kalıntılarında dolaşırken bazı insanlara ve hayata karşı artık hissetmediğim , yıllar önce ölmüş duygulara ait mezarları bulmuştum . Fakat deniz kıyısına ulaştığımda , parçalar birleşmişti ve ben kişisel geçmişime doğru uzanırken bu güzel duygular denizinde mavinin tonlarının tadını çıkarmıştım . Geçmişten arınma anının senfonisi kulaklarımda çınlıyordu . Neşeli , neşeli olduğu kadar da hüzünlü bir müzikti bu . İnsanın derin ve dengeli bir müzikle kendi geçmişinden arındığı anlar vardır . İşte ben tam da o anı yaşıyordum . İstesek de , hiçbir zaman geçmişle bağımızı koparamayız . Çünkü bizi şu anda “biz” yapan , geçmişimizdir . Günümüzün “anı yaşama” felsefesi koca bir saçmalıktan ibarettir yani anlayacağınız . Anı yaşadığımızda , bizi o ana getiren geçmişi ve bizi ileriye sürükleyecek olan geleceği de yaşarız aynı zamanda farkında olmadan. Lâkin şu da var : İnsan bazı anlarda geçmişin kirlerinden arındığını ve gelecek kaygısından kurtulduğunu hisseder . İşte şimdi ben o anı yaşıyordum . James Dean ekolünden ilham alarak yaşayan her erkek gibi , aslında dünyada yaşayan her erkek gibi denge anlarında durmam gereken yerde duruyordum : Güçlü bir öfke ile güçlü bir sevginin tam ortasında . Hayata karşı sürekli güçlü bir öfke besliyordum içimde yaşadıklarımdan ötürü . Ama aynı zamanda aynı güçle , aynı istekle seviyordum hayatı bana yaşattığı güzel anlardan ötürü… Ve Rock müziğin efsane isimleri Roy Orbison ve Elvis Presley’den ayrı ayrı dinlediğim “You Were Always On My Mind !” ( Her zaman aklımdaydın ! ) adlı büyüleyici şarkıyı hatırlamayı her zaman istediğim birisini düşünerek söylüyordum…

Antalya-Kumluca karayolu boyunca ilerlerken hava kararmak üzereydi . Kumluca’ya doğru gelirken bize arkadaşlık eden sakin deniz manzarası , dönüş yolunda , Antalya’ya doğru giderken sanki batmakta olan güneşin söylediği şarkıyla dans eden bir deniz manzarasına bırakmıştı yerini . Akşam rüzgârı ise , bu şarkıya en uygun dans figürlerinin hangileri olduğunu kulağına fısıldıyordu sanki denizin . Akşama doğru dönüş yolculuğunda güneşin , denizin ve rüzgârın el ele , kol kola söyledikleri bu şarkı alıp götürmüştü beni… O an içimde bir hazine bulduğumu , hayatta yaptığım iyi ve güzel şeyleri bana yaptıran o paha biçilmez şeyi bulduğumu fark ettim . İçimde daha önce farkına varamadığım bir sıcaklık hissettim . Olimpos antik kenti ruhumu sürekli sıcak tutan o şeyin , beni çoğu insandan farklı kılan o şeyin farkına varmamı sağlamıştı . Doğanın gücüyle kendi gücünü birleştirerek yapmıştı bunu . Artık söyleyebiliyorum : “İçimde Olimpos ateşi gibi sürekli yanıp duran bir ateş var . Geniş kalabalıkların içinde bile kendimi yalnız hissetmem , Tanrının yalnız adamlarından birini oynamam hep bu yüzdendir…”


Paylaş:
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Olimpos ateşi Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Olimpos ateşi yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
OLİMPOS ATEŞİ yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
sadece hüzün
sadece hüzün, @sadecehuzun
9.2.2010 00:34:16
antalyanın en bakir yeriii.....

güzeldi okumak...elerinize sağlık....
erkanbars
erkanbars, @erkanbars
26.9.2009 19:04:36
Yazdığım en iyi hikayelerden biri ve yazdığım en iyi bitiş cümleleri...Yorumunuz için çok teşekkür ediyorum şükran25,sağolun...
şü
şükran25, @sukran25
26.9.2009 16:31:51
En sonunu çok güzel bağlamışsınız .İçimizdeki kaleler, kiliseler ,tapınaklar ve onların keşfi .Çok beğendim..
Bitimsiz saygılarımla
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL