9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1243
Okunma

Onur BİLGE
Ortaokula başladığımda resim odasındaki ilk resim dersinde, öğretmenimiz ortaya bir sandalye koydu, bir erkek arkadaşımızı oraya oturttu ve ona bakarak sadece omuzlarından yukarısını çizmemizi, bunun karakalem bir portre çalışması olacağını söyledi. Önce kolunu öne uzatabildiği kadar uzatıp, elindeki kalemi ölçü aracı olarak kullanarak başı ve yüzü nasıl ayarlamamız gerektiğini gösterdi.
Ondan öğrendiğim gibi ölçüler alarak, büyük, ovalimsi çizginin içine, gördüğüm her hattı aktardım. Aralarda dolaşıyor, kimin ne ve nasıl çizdiğini kontrol ediyordu. Bana geldiği zaman şaşırdı. Basit çizgilerle, karikatürü aynen ortaya çıkmıştı.
"Müthiş bir yetenek!.." diye beğenisini belirtti ve: "Bu okulda başka kardeşin var mı? Ablan, ağabeyin falan?" diye sordu.
"Ablam sizin eski öğrencilerinizdenmiş. Mezun olalı çok oldu." dedim.
Ablamın kim olduğunu sordu. Adını söyledim. Hemen hatırladı. Çok iyi tanıdığını söyledi. Babamın arkadaşı olduğundan ve ablamın resimdeki başarısından bahsetti. Yeteneğin nerden geldiğini merak ettiğini, o nedenle sorduğunu, böyle yeteneklere kolay rastlanmadığını anlattı.
“Ellerini uzat, bakayım.” dedi. Uzattım. Baktı ve:
“Küçük eller, kare avuç yayası, kısa parmaklar. Ressam eli... Bak, benim ellerim de senin ellerin gibi. Çok dikkat ettim. İnce uzun operatör veya piyanist parmaklı ressama rastlamadım. Resmi tamamla, alacağım. İyi resimleri asıyorum.” dedi.
Ablama olayı anlattığımda:
“Benim de yaptığım bütün resimleri aldı. Hele seyrek dişli bir tarakla saçlarını tarayan bir kız resmi yapmıştım, karakalem. Ona bayılmıştı. O kadar suluboya, yağlıboya resim yaptım, bir tane bile resim yok elimde.”
“Benim resmimi de aldı, asacakmış. Duvarlarda yer yok.”
“Duvarlardaki resimler kim bilir kaç yıl önce topladığı resimlerdir.”
Ben portrede başarılıydım. Derslerde benimle özel olarak ilgilenmeye başladı. Boyalarla aram iyi değildi. Karakalemde ısrarcıydım. Orta sona kadar mecbur olmasam başka resim yapmadım. O yıl, beni çini mürekkebe ve yağlıboyaya yönlendirdi. Çini mürekkebe bir diyeceğim yoktu ama yağlıboyayı istemiyordum.
Bankaların ortaklaşa hazırladıkları bir resim yarışması için benim de resim yapmamı istedi. Ne tür resimler olacağını sordum.
“Modern, klasik, teknik; karakalem, siyah beyaz ve yağlıboya birer resim olacak. Siyah beyazı çini mürekkeple yap. Portre ve desende çok başarılısın. Bence manzara çalışma.”
“Hepsi iyi de yağlıboya yapmak istemiyorum.”
“Mutlaka bir tane yağlıboya olacak. Katılım şartları öyle...”
Resim konusunda başka hiçbir şey söylemedim. Baştan kaybedecek olsam da kesinlikle yağlıboya yapmayacaktım. O da mutlaka birisinin yağlıboya olması gerektiğini söyledi. Bir figür, bir portre, bir modern, bir de teknik olmak üzere dört resimle katıldım.
Abone olduğum Varlık Dergisi’nde teknik ve modern resimler de vardı, nesir ve nazımın yanı sıra. Onlara göz aşinalığım vardı. Bu iki daldaki çalışmam çok kolay geldi. İki yarım resim kâğıdından birine, karşı komşunun on yaşındaki çok güzel kızının karakalem portresini, diğerine de geometrik şekillerle, başının üzerinde testi taşıyan bir genç kız resmi yaptım, çini mürekkeple. İki tam kâğıdın birine, çini mürekkeple modern bir figür; diğerine de yan komşunun annesinin seccade üzerinde tespih çekiş halini resmettim.
Yağlıboya çalışması şartını yerine getirmediğim için hiçbir iddia ve beklentim yoktu. Ödev yapar gibi yaptım, teslim ettim ve unuttum. O nedenle, bir inat yüzünden fırsatı kaçırmıştım.
Antalya merkez ve ilçelerinin ortaokul ve liselerinin katıldıkları bir yarışmaydı. Her ikisi ayrı değerlendirilecekti. Çoğu yarışmacı, öğretmenlerine danışarak hazırlanmıştı. Benim resimlerime kimsenin eli değmemiş, yarışmaya katıldığımdan ailemin bile haberi olmamıştı. Ödev yaptığımı sanıyorlardı.
Öğretmenim yarışmaya katılım şartlarını okulun bahçesinde ayaküstü söylemişti. Bu defa resim odasına çağırttı ve:
“Antalya Ortaokullar Arası Resim Yarışması Birincisi olmuşsun. Cumartesi günü saat onda resim galerisinde ol. Öğleden sonra kokteyl var. Gönderilen resimlerden oluşan serginin açılışını yapacağız.” dedi.
“Ben mi? Hayret!.. Siz de şaşırdınız mı?”
“Ben hiç şaşırmadım. Kazanman normaldi. Çizgilerine güveniyordum. Jürideki herkes benimle aynı fikirdeydi.”
“Nasıl oldu? Benim yağlıboya çalışmam yoktu ki!”
“O kadar güzeldi ki resimlerin, gönderilen resimlerin çok üstündeydi. Jürideki bir hanım üye, teknik resmine bir santimetrekarelik kırmızı yağlıboya sürdü. Eksik tamamlanmış oldu ve üyelerin tamamının çok beğenmesi üzerine birinciliğe hak kazandın. Hele çocuk ve yaşlı kadın resimlerine bayıldılar. Çocuğun yüzündeki masumiyeti ve ihtiyarın gözlerindeki derinlik ve tefekkürün, tespihi çeken parmaklarındaki yorgun ifadenin kendilerinde bıraktığı etkiyi, anlata anlata bitiremediler.”
“Bir fırça darbesi mi kurtardı beni? Neden yaptı bunu?”
“Çok beğendi ve ziyan olmasına gönlü razı olmadı. “Boya, eksiklik olmamalı. Bu resimler, seviyenin çok üstünde. Yazık olur!” dedi. Doğrusu da oydu ama benim öğrencim olduğundan, ben böyle bir şey söyleyemezdim.”
Anneme babama söylediğimde şaşırdılar. Onlar da kokteyle davetliydiler. En çok o ikisi iftihar etti. Öğretmenim, başarımdan emin olduğu için onlar kadar sevinmiş görünmüyordu. O kadar kişi yetiştirmişti ki böyle şeyler onun için sıradandı. O, benim bildiğim, Antalya’nın gelmiş geçmiş en iyi resim öğretmeniydi. Kişiliğiyle, çalışmasıyla; eli öpülesi örnek bir öğretmendi.
Açılış hazırlıklarına yardım etmek erkenden gitmiştik. Yarı yarıya yerleşmişti her şey yerine. Eksiklikleri biz tamamladık. Bazı yağlıboya tablolar çerçevelenememişti. Fakir çocuklara aitti. Onları yaptırdık, astık. Arka odada limonata yapıldı. Bardaklar, hazırlandı. Tabaklara kuru pastalar kondu.
Öğleden sonra sergiye davetli olan banka müşterileri, Antalya’nın ileri gelenleri, veliler ve Antalya içi ve ilçelerinden, yarışmaya iştirak eden okulların öğrencileri birer ikişer gelmeye başladı. Kapının önünde büyük bir kalabalık oldu. Davette verilen saatte, gelenler içeriye alındı. Yarışma ve sergiyle ilgili kısa bir konuşma yapıldı ve dereceye girenlere Altın, gümüş ve bakır baykuşlu gümüş çerçeveler armağan edildi. Yanında bakır kupalar ve çeşitli armağanlarla. Davetliler sergiyi gezmeye başladı.
Dereceye girenler, resimlerinin asılı olduğu yerlerde, ayakta, resimleri hakkında sorulanları cevaplıyorlardı. Ben de kendi köşemdeydim. Arkamda resimlerim, sağımdaki uzun sehpada ödüllerim ve armağanlarım...
Önümden geçenler kutluyor, bazı sorular soruyorlardı. O kalabalık arasında önümden Ahmet de geçiyordu ki:
“Ahmet! Beni kutlamayacak mısın?” diye sordum.
“A!.. Fark etmemişim. Tebrik ederim!..” diye elini uzattı. Tokalaştık.
“Nerde okuyorsun?”
“Aksu Öğretmen Okulu’nda... Karanlıksokak’ta... Ya sen?”
“Antalya Lisesi’nin Orta Kısmı’nda...”
Aramızda kısacık bir konuşma geçti. Dördüncü ve beşinci sınıfta bizi okutan öğretmenimizi sordum. Kanımı donduran bir haber verdi:
“Masasının üstüne yığılıp kalmış! Kalp krizi... Görev başında... Vazife şehidi.”
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 167