60
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4113
Okunma


Kendi masalımızın kahramanlarıydı çocukluğumuz. Sohbet odalarında duvarları yırtarcasına büyük harflerle anlatılan cinayetlerin kulak kabarıcısıydık. İçimize kadar yerleşen düşmanımızı zihnimizin tuâline yerleştiriyorduk tanımadan.
Sorgulayıcısı ve yargılayıcı olduğumuz milletlerin celladı olmaktı zihnimize bilinçsizce yerleştirilen olgu kavramı…
Kıbleye durmayan her insan gavur, Müslüman olmayan her insan dinsizdi, karanlık odalarda anlatılan hikayelerde. Öldürülen bir dinsiz cennetin anahtarı kazanmak anlamı taşıyordu aynı zamanda
Yalan ya da gerçek hepsinin ellerinin parmakları kadar cinayetleri vardı.
Bu anlatımlarda gözyaşının, acının, geride bırakılan viranlığın ehemmiyeti yoktu.
Anlamazdık olup bitenleri, çocuktuk ama ezberimize takılan rollere soyunurduk kendimizce
Elimizde tahtadan kılıç kalkanlar alarak birimiz kutsal taçlı, birimiz haçlı olurdu ve haçlı olan her daim ölmek zorundaydı. Bu yüzden hep kimin haçlı olacağı kurayla seçilirdi.
Süreç takvimlere geçmeyecek kadar ağır bedellerle yüklenen bir zaman aralığı geçirmişti. Her millet kendi tarih sayfalarında kendine haklılık payı çıkaracak delil telaşına düşüyordu. Ama ortada hangi milletten olursa olsun, yaşamını onur kırıcı bir şekilde kaybeden binlerce insan vardı. Toplu mezarlar, sürgünler, yıkılan köyler, boşaltılan ve yok edilen yurtlar ve geride bunları kaleme alan canlı şahitler bu kirli savaşların bilfil tanığı ve anlatıcısı oluyordu. İnanmak ya da red etmek sadece vicdani bir muhasebeye dayanıyordu. Ölümün rengi kırmızıydı ve acının adı yoktu hiçbir kitapta.
Aslında aklımda kalan tek şey o günlerde esir alınan, gavur dedikleri ve ermeni asıllı olduğunu büyüdükten sonra anladığımız ismi Levend konulan yaşlı bir adamcağızdı.
Zaman içinde gerek baskı, gerekse kendi tercihi mi olduğunu tam olarak bilmediğim bu insanın Müslümanlığı seçtiğini, namaz kılmaya başladığını defalarca gördük. Ama hiçbir ortama yeni kimliğini sokmayı başaramadığını, her zaman esir ve gavur kaldığını, asla kimsenin yuva kurması, yahut kendi ayakları üzerinde durabilmesi için el uzattığına şahit olamadım… Kendi ortamlarına almazlardı. Hep dışlanan, horlanan bir yaşam tarzı sürdürmek zorunda kaldı ölünceye kadar
Yağmur geçiren, çatısı içinden daha temiz bir barakada yaşardı. Her gördüğümüz yerde nedense onu taşlar kovalardık. Kırmızı bir gölette yıkanmaya giderdi ve her yıkanışında ellerimize çamur alır yeniden üstünü kirletirdik... Levent dede gözyaşları sel olur ağlardı. Asla bir büyüğümüz çıkıp ta neden böyle bir davranış sergilediğimizi sormazdı.
Çocukluğumuzda çok kuş yuvası dağıttık, çok kuş öldürdük, portakal bahçelerine girdik sayısız, yılan avcısıydık. Kaplumbağaları dövüştürürdük zevk için, bizlerde dedelerimizden eksik kalmayan, kendi çapımızda birer katildik.
Saydığım bu suçlar arasında pişman olduğum tek şey belkide Levent Dede’ye attığım taşlardı. Büyüdükçe insanları sevmeyi, hoşgörüyü, anlayışı, uzlaşıyı ve insan yaşamına saygıyı öğrendik.
Bu yüzden yaşanan süreçte olup bitenleri anlayacak ya da yargılayıp özür dileyecek kadar aydınlanmadım…
Ama bir şey var ki içimi rahatlatmayan, içimize sığınmış Levent Dede’ye attığım her taş için özür diliyorum
Umarım bizi çocukluğumuza verip af etmiştir. Çünkü ben hala kendimi af edemiyorum.
Hayatta her insanın özür dilemesi gereken bir nokta olduğunu ve bu anlamda sorumluluk taşıyıp, zamanı geldiğinde yerine getirmesi gerektiğini düşünüyorum
ASPENDOS