16
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1138
Okunma

‘’Bir rüya gördüm... Hayırdır inşallah!’’
Yaşar’ın Sevda Sinemalarda adlı albümünden sevdiğim bir şarkısının ilk sözü ve adı ile aynı olan nakaratı.
İyide, cidden ciddi bir rüya gördüm! İçinde ben düşmüşüm, dizim kanıyor. Durumu oldukça ağır! Bir ses karanlık şehrimin kıyılarından yükselen! Ölüyorum...
Uyumaya niyetlendiğimde saat gece yarısını geçmişti. Gözlerim kapalı. Hala uykum olduğuna göre, demek ki pek fazla vakit geçmemiş; henüz sabah olmamış. Ürkütenin sadece ses olduğu rüyamı gördüm. İrkilerek uyanmam lazım ama nafile. Beynime irkilme ve uyanma emri veriyorum. Ses yok!... Bir emir daha...
Emir erim terlemiş, son sürat arama motorunun üzerinden yüzüme bakıp ‘’yok öyle bir şey’’ diyor bana. Sesimi yükseltiyorum iç çığlıklarımla...
_Hey beynim! Neredesin?...
Olasılıkları düşünüyorum. Yatmadan önce devre dışı bırakmadığıma göre kendimi, baktım fişimde hala takılı prize...
Ya hu ben bilgisayar mıyım? Neler düşünüyorum? Hem beynim dururken beynime emir vermekte nereden çıktı? Emir veren ve verilen kim? Yoksa ben bende değil miyim?
O an tüm gerçek gözlerimin önüne seriliyor. Hani film şeridi gibi geçti derler ya...
O karanlık şehrimin kıyılarından yükselen ses yineleniyor neresi olduğunu bilmediğim bir boşlukta;
’Ölüyorum.’
Evet, evet yanlış duymadınız. Ölüyorum!
Abartacak bir durum yok canım. Mutlak yerine getirmem gereken görevimi ifa ediyorum. Belki de getirdim. Kim demiş ölüm ‘’son’’ dur diye? Her doğanın bir kez yaşaması gereken geçiş noktası sadece. Hem de bedenen. Ne var ki bunda?
Ben binlerce kere Onun için zavallı seven ruhumu öldürmüşüm. Ruhsuz dolaşmış durmuş, ölmeden ölümün tadını Onun teninin yokluğunda ve Onun acımasız sözlerinde tatmışım. Şimdi, bir çok zaman bana verilmiş bir beddua olarak nitelendirdiğim beden denilen bu kas ve yağ karışımı altmış kiloluk kemikli et parçasından ruhumun ayrılmasına mı üzüleceğim?
Komik olmayın! Bitti işte bakın. Bir daha ölmem gerekmeyecek artık!
Vuslatıma erdim.
Yumuşacık, kuş tüyü gibi; varla yok arası öyle bir sıcaklıkta, ölesiye bir huzur içindeyim.
Ölesiye mi? Öldüm ben zaten! Hatırlamıyorum bile nasıl olduğunu ama...
O kadar mı tatlı bu ölüm?
İnsan bir defa tattı mı alışıyor galiba. Öldükçe ölesi geliyor anlaşılan. Hani en ufak bir mutluluk karşısında yeniden doğmuşuz hissi ile dolar taşarız ya. Aşık olsak mesela dilimize düşer tanıdık bir dize ’’ geldin ya bana, yeniden doğarım ben’’... Ölümde bunun gibi bir şey olsa gerek işte.
Lakin meraklı yapım rahat durmuyor. Son bir deneme gözlerime açılmasını söylüyorum. Açıldı! Bak görüyor... Yaşam denen o karanlık dehlizinden çıkmış, rengarenk ışıkların oynaşlığındaki sisi yararak koşan bana bakıyor. İnsanoğlunun en güçlü ve eski korkusu olan bilinmezlik kapılarını açılıyor karşımda, kirpiklerimi aralamamla birlikte. Kirpiklerim hala benim mi bilmiyorum tabii ki. Ayrıca ben olan o koşan siluet, bu bakan gözler ve ben neden ayrıyız? Hiçbir fikrim yok!
Ben; ben miyim?
‘’ Soracak kimsede yok ‘’ derken, birden kaldırımın aşağısında yol üstündeki mazgala sigara izmaritini atıp, ardından attığı izmarite dalıp giden bir adam belirdi karşımda. Yaklaşıp yanına soran gözlerimle, tam ağzımı açıp konuşacak iken, yüzüme doğru içindeki dumanlı nefesini üfürüyor. Tanıdık bu konu ile geçmiş özlem dolu hatıralarım canlanırken, tozlu mazgala doğru benim bakışlarım dalgın bir şekilde düşüyor. Düşen sadece bakışlarım değil. Bende kayıp gidiyorum o küçücük pis mazgal deliklerinden derinlere doğru, muğlak bir yere, belki de zamana.
Tasviri yok!
Yere ya da yer olduğunu düşündüğüm zeminimsi, görünmeyene yumuşak bir vaziyette nüfus ediyorum. Bu arada, zaten basmadığımı ve vücudumun bulunmadığını ya da varsa bile hissetmediğimi söyleyeyim. Sadece izliyorum her şeyi bir rüya gibi.
Bir rüya...
Anlık bir irkilme ile tüm vücudum geriliyor sıcak yatağımda. Dudaklarımda ise hala sigara dumanın tadını alabiliyorum oysa. Gözlerimi açmamak için uğraşsam da...
İşte orada!
Ruhumun çocuksu solgun yüzü karşımda.
Hareketsiz, soğuk dudaklarına düşmüş leylak rengi yine.
Zeynep Tavukçu 7/4/7