0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
18
Okunma
İnsan, yaratıldığı günden bu yana bir arayış içindedir. Kimi bu arayışı şehir şehir gezerek sürdürür, kimi makamda, kimi malda, kimi de kalabalıklar içinde kaybolarak… Oysa en zor ve en kıymetli yolculuk, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur. Dışarıda aranan hakikat, içeride saklıdır; fakat insan çoğu zaman dışarıyı dolaşmadan içeriye yönelmez. Yunus Emre’nin asırlar öncesinden seslenen şu sözü ne kadar da manidardır:
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.”
İnsan kitaplar okur, ülkeler gezer, ilimler tahsil eder; ama kendini bilmeden yapılan her birikim eksik kalır. Tasavvuf ehli, bu yüzden “kendini bil” düsturunu merkeze almıştır. Çünkü kendini bilen Rabbini bilir. Bu yolculuk, ayakla değil kalple yapılır; bavulla değil niyetle çıkılır yola.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî’sinde insanın bu iç yolculuğunu sık sık hatırlatır. O, insanı bir denize benzetir; dışarıdan bakıldığında sakin, içeride ise nice inciler saklıdır. Der ki:
“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.”
İşte bu söz, tasavvuf yolunun özeti gibidir. İnsan dünyayı değiştirmeye çalışmadan önce, kendi nefsini terbiye etmeyi öğrenmelidir. Çünkü içi karışık olanın dışı da karışık olur.
İmam Gazâlî de uzun ilim yolculukları yapmış, medreselerde dersler vermiş, büyük makamlara ulaşmış bir âlimken, bir gün kalbinin susuzluğunu fark etmiştir. Dış ilmin, iç huzuru tek başına getirmediğini anlayınca her şeyi bırakıp inzivaya çekilmiştir. Yıllar süren bu iç yolculuktan sonra kaleme aldığı eserler, sadece akla değil kalbe de hitap etmiştir. Gazâlî’nin arayışı bize şunu öğretir: İnsan bazen durarak ilerler, susarak konuşur, vazgeçerek kazanır.
Tasavvuf büyükleri, dünyanın bir konak, insanın ise bir yolcu olduğunu söyler. Ne var ki yolcu olduğunu unutan insan, konakta kalıcı olmaya çalışır. Mal biriktirir, ün peşinde koşar, alkışlarla beslenir. Fakat gece başını yastığa koyduğunda kalbi hâlâ huzursuzdur. Çünkü kalp, fani olana doymaz. Kalbin gıdası, hakikattir.
Yunus Emre, bu gerçeği sade ama derin dizelerle anlatır:
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.”
Bu oyalanma, insanın dünyayla imtihanıdır. Asıl mesele, oyalanırken yolunu kaybetmemektir. Dünya, kalpte değil elde olmalıdır.
Şems-i Tebrizî ise insanın kendine yabancılaşmasına dikkat çeker. Ona göre insan, başkalarının gözündeki suretiyle yaşamaya başladığında özünü kaybeder. İnsan, Rabbine ancak olduğu gibi gidebilir; maskelerle değil.
İç yolculuk, kolay bir yolculuk değildir. İnsan bu yolda önce kendi kusurlarıyla yüzleşir. Nefsinin oyunlarını görür, zaaflarını tanır. Bu yüzden birçok insan bu yolculuktan kaçar. Çünkü insan başkasını eleştirmeyi, kendini tanımaktan daha kolay bulur. Oysa tasavvuf, parmağı dışarıya değil içeriye çevirir.
Hz. Ali (r.a.)’ın şu sözü bu yolun anahtarı gibidir:
“Sen kendini küçük bir cisim sanırsın; hâlbuki en büyük âlem senin içindedir.”
İnsan, kendi iç âlemini keşfettiğinde, dış dünyanın karmaşası onu eskisi kadar sarsmaz. Çünkü içi durulanın dışı da durulur.
Nice yolculuklar vardır ki haritalarla yapılır; ama bu yolculuk pusula ister. O pusula da kalptir. Kalbi kirlenenin yönü şaşar. Kalbi arınanın yolu açılır. Tasavvuf, kalbi arındırma sanatıdır. Kibirden, hasetten, öfkeden, gösterişten arındırma… Yerine tevazu, sabır, şükür ve muhabbet koyma sanatıdır.
Sonunda insan anlar ki; gezdiği şehirler, gördüğü ülkeler, tanıdığı insanlar hep birer işarettir. Asıl çağrı, içerden gelir. İnsan kendine doğru yürüdüğünde, Rabbine yaklaşır. Kendini bulan, haddini bilir; haddini bilen, huzuru bulur.
Evet, insan bunu çoğu zaman geç anlar. Ama geç de olsa anlayan, kaybetmiş sayılmaz. Çünkü bu yolculukta zaman değil niyet esastır. Bir adım bile insanı hakikate yaklaştırır. Yeter ki insan, bir gün durup kendine sorsun:
“Ben kimim, neredeyim ve nereye gidiyorum?”
İşte o soru, bütün yolculukların başlangıcıdır.
Abdurrahman Tümer