0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
45
Okunma
İstanbul’da yazar olmak
Ne zaman içim daralsa, kelimeler kalbimde sıkışıp nefes alamaz hâle gelse, ayaklarım beni hiç şaşırtmadan sahile indirir. İstanbul’da insanın pusulası kalbidir; kalp nereye çekerse yol oraya düşer. Sahile vardığımda önce derin bir nefes alırım. Tuz kokusu çarpar yüzüme. Deniz, sanki içimde biriken ne varsa usul usul yıkamaya başlar. Dalgaların sesi, şehrin bütün gürültüsünü bastırır da insan kendi sesini duymaya başlar.
Martılar çıkar karşıma önce. İstanbul’un beyaz yazgısıdır onlar. Denize paralel uçuşlarını seyrederken özgürlüğün ne demek olduğunu hatırlarım. Gökyüzüyle deniz arasında salınan o kanatlar, sanki “hayat bu kadar ağır olmak zorunda değil” der bana. Çocukların ellerinden kaptıkları ekmeklerle havalanışları, vapurlarla yarışa girer gibi yan yana uçuşları… Hepsi ayrı bir hikâye, ayrı bir cümle olur zihnimde. Martılar yorgunluğumu alır, yüzümde farkına varmadan bir tebessüm bırakır. İstanbul’u anlat desen, çoğu zaman kelimeye değil bir martının çığlığına ihtiyaç vardır.
Sonra yolum Üsküdar’a düşer. İstanbul’un daha sakin, daha vakur tarafına. Sahilde güneşlenen kediler karşılar beni. Her biri ayrı bir âlem, ayrı bir suskunluk. Yanlarına yaklaşır, “merhaba” derim. İstanbul kedileri nazlıdır ama kibirli değildir; mutlaka bir “miyav” ile karşılık verirler. Sanki insanla konuşmayı çoktan öğrenmişlerdir de fazla kelimeye gerek duymazlar. Balık tutanların sabırla beklediği kıyıda, paylarına düşene razıdırlar. Ne fazlasında gözleri vardır ne eksikte isyanları. Sessizdirler, dilsizdirler ama insanın içini en çok anlayanlar da onlardır.
Oradan geçen insanların çoğu durur, bir kap su bırakır, biraz mama koyar. Kimisi eğilir sever, kimisi uzaktan gülümser. İstanbul’un kalabalığı içinde hâlâ merhametin sessizce dolaştığını görmek insanın içini ısıtır. Kedileri seyrederken fark ederim: Şehir dediğin sadece binalardan, yollardan ibaret değildir. Bir şehri şehir yapan; martıları, kedileri, vapurları ve o şehirde yaşayan insanların kalbidir.
Tam o anlarda kalemim dayanamaz. Defterim çantadan kendi kendine çıkar sanki. Notlar alırım; bazen bir cümle, bazen yarım kalmış bir düşünce. Yeni yazdığım kitabım için değil sadece, kendim için de yazarım. Çünkü yazmak, İstanbul’da bir ihtiyaçtır. Bu şehir insanı yazmaya zorlar. Deniz bir şey fısıldar, martılar üstüne ekler, kediler susarak tamamlar. İnsanlar geçer önünden; kimisi telaşlı, kimisi yorgun, kimisi hayattan bir şeyler bekler gibi… Hepsi birer karakter olur gözünde.
İstanbul’da yazar olmanın büyük bir avantajı vardır gerçekten. İlham aramak için uzaklara gitmezsin. İlham, vapur iskelesinde çay içen amcada da vardır, simit satan çocuğun sesinde de. Bir bankta oturup denizi seyreden yaşlı bir adamda, el ele yürüyen iki gençte de. İstanbul sana “bak” der, “gör” der, “yaz” der.
Ve uzaktan, bütün bu kalabalığın, bu hareketin içinde bana göz kırpan Kız Kulesi… Ne çok şey anlatır susarak. Asaletini bağırmadan gösterir. Yalnızlığını zarafetle taşır. Sanki her seferinde “ben buradayım” der; “yazacakların bitmez, korkma.” Onun silueti denize düştüğünde, kalbimdeki cümleler de yerli yerine oturur.
İşte böyle zamanlarda anlarım: İstanbul sadece yaşanan bir şehir değil, yazılan bir şehirdir. Sahilinde yürürken insan biraz kendini bulur, biraz kendini unutur. Deniz alır götürür fazlalıkları, martılar hafifletir ruhu, kediler sabrı öğretir. Geriye kalanla da insan kalemi eline alır. Çünkü bu şehirde yaşamak, biraz da yazmak demektir.
Abdurrahman Tümer