0
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
31
Okunma
Haliç köprüsünde yürümeyi seviyorum. Adımlarım köprünün demirlerine her değdiğinde, İstanbul sanki biraz daha konuşuyor benimle. Denizin üstünde kanat çırpan martılar, gökyüzüyle su arasında gidip gelen beyaz bir dua gibiler. Çığlıkları rüzgâra karışıyor; kimi zaman bir çocuk kahkahası kadar hafif, kimi zaman yaşlı bir adamın iç çekişi kadar derin.
Köprünün kenarında durmuş balık tutmaya çalışan balıkçılar var. Ellerinde olta, gözlerinde sabır. Belki bir balık bekliyorlar, belki de sadece vakti. Kim bilir… İstanbul’da çoğu insan balıktan çok kendini avlar aslında. Düşüncelerini, hayallerini, yarım kalmış cümlelerini. Oltanın ucunda bazen bir umut sallanır, bazen de sessiz bir kabulleniş.
Tramvay geçiyor köprüden. Biri gelip diğeri dönüyor. Rayların üstünde ağır ağır ilerlerken zaman da onunla birlikte akıyor sanki. Bir durakta geçmiş biniyor, öbür durakta gelecek iniyor. Camlardan yüzlerce hayat akıp geçiyor gözlerimin önünden. Kimi telaşlı, kimi yorgun, kimi hâlâ umutlu. Hepsi aynı şehirde, ama herkesin İstanbul’u başka.
Eminönü’ne doğru yürürken kalabalık artıyor. Sesler çoğalıyor, adımlar hızlanıyor. Ama bu kalabalık beni hiç yormuyor. Aksine, ruhum ferahlıyor. Çünkü burada insan yalnız kalamıyor; herkes bir diğerinin hikâyesine çarpıp yoluna devam ediyor. Eminönü, İstanbul’un kalbi gibi… Attıkça yaşatıyor.
Yeni Camii’ye her geldiğimde uğrarım. Avlusuna adım attığım anda içimdeki gürültü susar. Güvercinler taşlara serpilmiş, insanlar dua ile meşgul. Caminin kapısından içeri girerken sanki dünya dışarıda kalır. Secdeye vardığımda, Haliç’in dalgaları bile durulur gibi gelir bana. Dua insanın omuzlarındaki yükü hafifletir; kelimeler yetmediğinde kalp konuşur.
Namazdan sonra denizin kenarına inerim. Balık-ekmek kokusu sarar etrafı. Dumanı üstünde, sıcak ekmek arasında bir parça İstanbul… Martılar bu anı iyi bilir; en çok onlar yaklaşır tezgâhlara. Balık-ekmek yerken yüzüme vuran rüzgâr, denizden gelen tuzlu hava ve vapur düdükleri… İşte İstanbul’un tadı tam da budur.
Kapalıçarşı’ya uğramadan olmaz. İçeri girer girmez zaman başka bir hâl alır. Dar sokaklar, eski dükkânlar, duvarlara sinmiş yüzlerce yıl… Her dükkân bir hatıra satar aslında. Altınlar, kumaşlar, bakırlar… Hepsi geçmişten bugüne uzanan bir hikâye anlatır. Oradan Mısır Çarşısı’na geçerim. Baharat kokuları başımı döndürür. Karışık bir kilo lokum, biraz çerez… Eve götürülecek küçük mutluluklar.
Sonra yine deniz kenarı. Çayımı alırım, cam bardakta ince belli. Otururum bir banka. Vapurlar geçer önümden; biri Üsküdar’a, biri Kadıköy’e… İnsanlar bir yakadan ötekine taşınır durur. Ben sadece seyrederim. Çayım soğur belki ama içim ısınır. Çünkü İstanbul’u seyretmek, insana yeten nadir şeylerdendir.
Gün yavaş yavaş akşama döner. Gökyüzü kızıl bir örtü serer şehrin üstüne. Haliç suskunlaşır, martılar daha alçaktan uçar. Ben eve dönmeyi düşünürken bile şehrin benden kopmadığını hissederim. İstanbul, insanı bırakmaz. Hele ki bir kez sevdiysen, her yürüyüşte, her bakışta, her duada seni kendine biraz daha bağlar.
Ve ben bilirim… Haliç köprüsünde atılan her adım, aslında insanın kendi içine yaptığı bir yolculuktur.
Abdurrahman Tümer
5.0
100% (1)