0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
35
Okunma
Kibir, insanın ruhuna çöken en ağır perdelerden biridir. Dışarıdan bakıldığında kendini beğenmişlik, üstünlük taslama, başkalarını küçümseme gibi hâllerle görünür; fakat hakikatte kibir, içteki derin bir fakirliğin, bir boşluğun ve doyurulamamış nefsin sesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin dediği gibi: “Dıştaki kibir, içteki fakirliğin eseridir.” İnsan iç dünyasında zengin olsaydı, başkasını ezmeye, hor görmeye ihtiyaç duymazdı.
Kibirli insan, aynaya baktığında kendini büyük zanneder ama hakikatte kendi nefsinin esiridir. Sürekli kendini anlatır, övülmek ister, alkış bekler. Bir mecliste konuşan o olur; susmayı bilmez, dinlemeyi bilmez. Çünkü dinlemek, karşısındakini kabul etmektir. Kibir ise kabul edemez. Herkes ondan küçük, herkes ondan eksiktir. Oysa tasavvuf ehli bilir ki insanı büyüten sesinin yüksekliği değil, gönlünün derinliğidir.
Bir örnek düşünelim. İki insan aynı sofraya oturur. Biri lokmasını sessizce yer, şükreder, nimetin sahibini hatırlar. Diğeri ise yemeği beğenmez, eksik bulur, hizmet edeni küçümser. Aynı sofradadırlar ama biri nimete bakar, diğeri nefsine. İşte kibir, nimeti değil nefsi merkeze almaktır. Şükürden uzaklaşan kalp, kibirle dolar.
Tasavvufta kibir, insanı Hakk’a giden yoldan alıkoyan en tehlikeli engellerdendir. Çünkü kibirli insan “ben” der; oysa yol “hiç” olmaktan geçer. Yunus Emre’nin dediği gibi:
“Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.”
Bu sözde bir benlik iddiası yoktur; bilakis benliğin eriyişi vardır. Kibirli insan ise hâlâ ete kemiğe değil, unvana, mala, mevkiye bürünür. Bunlar gidince ortada kalacak olanı düşünmez.
Bir başka misal: Bir derviş ile bir padişah aynı dergâhın kapısına gelir. Kapıdan içeri girerken herkes başını eğer. Padişah tacını çıkarmazsa kapıdan geçemez. Çünkü o kapı, kibri kabul etmez. Dergâh kapıları alçaktır; eğilmeyen giremez. Hayat da böyledir aslında. İnsan ne kadar eğilirse o kadar yükselir.
Kibirli insan, başkasını değersiz görürken farkında olmadan kendini de yalnızlığa mahkûm eder. Çünkü kimse kibirlinin gölgesinde huzur bulamaz. Sohbeti ağırdır, bakışı kırıcıdır, sözü yaralayıcıdır. Zamanla insanlar uzaklaşır. Sonra o kişi “kimse beni anlamıyor” diye sitem eder.
Allah katında ise kibir, affı en zor hastalıklardandır. Çünkü tevbe bile bir alçalış ister. Kendini büyük gören, hatasını kabul edemez. Hz. Âdem hata etti ve “Ya Rabbi, nefsime zulmettim” dedi. Affedildi. İblis hata etti ama “Ben ondan hayırlıyım” dedi. Kibri yüzünden kovuldu. İşte iki duruş, iki akıbet.
Tasavvuf bize şunu öğretir: İnsan, haddini bildiği kadar insandır. Haddini bilmek küçülmek değil, hakikati bilmektir. Topraktan yaratıldığını unutmayan, toprağa basarken kimseyi ezmez. Kibirli insan ise toprağı unutur; göğe bakar ama ayağının altındaki boşluğu fark etmez.
Bu yüzden kibri sevmeyiz. Çünkü kibir, kalbi daraltır, gönlü karartır, insanı insandan uzaklaştırır. Tevazu ise gönlü genişletir, insanı insana yaklaştırır. Kul tevazu sahibini sever, Allah da. Zira Allah, kırık kalplerde tecelli eder; yüksekten bakan gözlerde değil.
Abdurrahman Tümer