Gönlünün arzusuna göre iş yapma ki, sırtına pişmanlık yükü yüklenmeyesin. ferideddin attar
Dramatik Buluntular
Dramatik Buluntular

BOŞLUĞUN ÇAĞRISI

Yorum

BOŞLUĞUN ÇAĞRISI

( 1 kişi )

1

Yorum

5

Beğeni

5,0

Puan

182

Okunma

BOŞLUĞUN ÇAĞRISI

BOŞLUĞUN ÇAĞRISI

(Buz Çölü romanından)

(Canilerin, katillerin, mafyalaşmanın cezasının olmadığı
ama düşüncelerin hapsedildiği bir ülkede başkaldırıya övgü.)

---

“Buluşalım mı?”

Bir kelimelik mesaj geldi Alev’den sabaha doğru, saat 03.45’te. Telefonlarıma ve mesajlarıma günlerdir cevap vermeyen Alev şimdi yüzbinlerce sözcük içinden “Buluşalım mı,” yı seçmiş ve tek kelimelik bir romanın sayfalarını göndermişti bana. Bu saatte o da uyumamıştı. Belli ki bana yaşattığı ıstırabı sona erdirmeye karar vermişti. Tuhaf bir şekilde rahatlamıştım. Damarlarıma sakinleştirici yapılmış gibi gözlerim kapanmaya başladı. Ona yanıt vermedim. Yaklaşık beş saat uyudum. Sabah Beste’nin “Haydi baba geç kalıyoruz.” demesiyle uyandım. Sanırım bunu birkaç kez tekrarlamıştı. “Bugün bir yere mi gidecektik sevgili kızım?” dedim yüzümdeki yorgun adamın ağzıyla.

“Dün gece söyledim ya baba, Taksim civarında bir tanıtım filmi çekeceğiz. Hazırlık yapıp ekibi toparlamamız lazım. Sen de geleceğini söylemiştin, nasıl hatırlamazsın bunları, aşk olsun baba?”

“Tamam canım, hatırlıyorum tabii ki, geç uyudum biraz, kendime gelmem zor oldu, hazırlanırım şimdi.”

Alev’den gelen mesaja bir daha baktım, gerçek mi rüya mı diye. İkinci mesajı da gördüm, ben uyurken gelmiş: “Nerede olduğunu söyle, ben geleyim.” Tekrar tekrar okudum mesajı, böyle ısrarcı olmazdı o, önemli bir şey olmalı diye düşündüm. Yine yanıt vermedim. Vermek istemedim. Hiç vakit kaybetmeden duşa girdim. Duş alırken Alev’in gönderdiği iki mesaj etrafımda dolaşıp durdu, suyla beraber üzerime döküldüler. Vücudumdaki her zerreye temas ettiler. Düşündüm, düşündüm, düşündüm, düşüncenin uçurumlarından atladım. Oradan güneş ışınlarının sızamadığı bir ormana girdim, Robert Frost’un şiirinde geçen o iki yola baktım, en az gidilmiş olanı seçtim. İki yol arasındaki farkın ne olduğunu anlamak üzereyken Beste’nin seslenişini duydum yine: “Baba, hazır mısın?”

---

“Konuşmamız gerekiyor, önemli, lütfen dönüş yapar mısın bana, bağımsızlığını ilan ettiğin o kayıtsızlık ülkesinden?”

Alev, bu üçüncü mesajı attığında Beste’nin çekim yapacağı sokaktaydık. Taksim’e yakın bir yerdi. Bankalar caddesi deniyormuş buraya. Beste ekibiyle beraber işe başlarken ben de o cadde içinde, onların çekim yaptığı yeri gören, “Gudiva” adında otantik, şirin bir kafenin ön tarafındaki açık alanda bir masaya oturdum. Kafenin tek boş yeri de orasıydı zaten. O kadar yoğun bir cadde ki sürekli hareket halindeki insanların homurtuyla karışık uğultusu başımı döndürmüştü. Oturduğum masa, tam olarak bir masa sayılmazdı; uzun boylu, ince belli bir sehpa gibi duruyordu. Üzerine el çantamı koyduktan sonra kalan daracık alana da sipariş verdiğim çayı koyacaktım. Sözcüklerimi sığdıracak yer kalmamıştı ince belli masada. Kafede oturanların bedenleri dip dibe, kalpleri ise iç içeydi. Hayret ediyordum; birbirlerine omuzları değecek kadar yakın olup nasıl ışık yılı kadar uzak yaşayabiliyorlardı, yoksa bu çağın en büyük hastalığı bu muydu?


Aradan bir saat geçtikten sonra Beste, yanında fotoğrafçısıyla mola için yanıma geldi. Onlara da çay söyledim, ben üçüncü çayımı içiyordum. Beste, beni burada yalnız bıraktığı için üzgün olduğunu söyledi ama ben gayet keyif alıyordum etraftaki her şeyden, uzaktan onları izlemekten ve gerçek İstanbul’dan. Molaları bittikten sonra çekim yaptıkları yere geri gittiler.


“Bu güzellik kızınız mı?” dedi hemen yan masada oturan, iç içe olan kalplerden biri. “Evet, kızım,” dedim gülümseyerek. “Çekim yapıyorlar sanırım, ne kadar tatlılar.” dedi yüzünde öyküler taşıyan, saçları bir zamanlar muhtemelen sarışın olan beyaz saçlı kadın. Yetmişli yaşlardaki bu sevimli hanımefendi oldukça konuşkan, daha doğrusu sohbet sever çıkmıştı. Kızım ve ekibinin yaptıkları iş hakkında detaylar verip onu bilgilendirdim. Aramızda su gibi akıp giden sıcak bir sohbet başlamıştı kalpleriyle konuşmayı unutanlar gezegeninde.


Adı Nesrin’di, emekli bir doktordu. Şimdiyse İstanbul’da “Cazkolik” adındaki bir radyoda “Erguvanın Rengi” adlı bir program yapıyormuş. Diksiyonu ve Türkçeye hâkimiyeti oldukça iyiydi. İki saat boyunca başta ailesi olmak üzere, siyaset, ekonomi, felsefe, toplumsal olaylar ve insanlar hakkında o kadar şey anlatmıştı ki hiç sıkılmadan dinledim onu. Onun düşüncelerine eşlik ederek belgesel yorumlar yaptığımda, ne iş yaptığımı merak ettiğini gösteren mimikler dolaşıyordu yüzünde. Bir süre sonra beklediği eşinin de aramıza katılmasıyla ince belli minyatür masalarımızı birleştirip normal bir masaya dönüştürdük. İçinde edebiyat, iktisadi, siyasi, felsefi ve sosyolojik kırıntılar bulunduran sohbetimiz boyunca kızım iki kez daha mola verip yanımıza gelmiş, kızımla da tanışmışlardı.


Bana ne iş yaptığımı sordular.
Bunu “Mesleğiniz nedir?” şeklinde sordular tabii. Meslekler, insanın boynundaki ip. Zamanın karanlık kokan ağzında yapılaşmış köle toplumun, yükselen yabancılaşmanın, hayat standartlarını belli bir seviyede tutmak için sabahtan akşama kadar ufalanıp durmanın görüntüsüdür meslekler. Düzen ve sistem buydu. Yeryüzünün makinesi böyle çalışıyordu. Bu çarkın yerine koyacak başka bir düzen yoktu henüz. Bu gri görüntünün verdiği acıyı en aza düşürmenin yolu keyif aldığı işi yapmasıdır insanın, pek mümkün olmasa da. Hep ressam olmak istedim, çocukluğumdan beri. Manzara ressamı değil, düşlerin ressamı. Görünmeyen şeyleri çizmenin ressamı. İçtekini çizmenin. Manzara resimlerini fırçası iyi olan her ressam çizebilirdi; bir elmayı, çiçeği, masayı, ırmağı, kelebekleri çizmek gözler, eller ve beynin birleşik yeteneğidir. Onun yerine boğazına kadar pisliğe batmış bir ülkenin fotoğraflarını çekip toplumu artık başkaldırması gerektiğine ikna etmeye çalışan ve bir süre sonra delirmenin zirvelerinde dolaşan garip bir adamdım. Mesleğim buydu ve mesleğimde başarılı değildim. O yüzden nereye gidersem gideyim, sıkça bahsi geçen o korkunç buz çölüyle karşılaşıyordum, herkesin yanından geçip gittiği ama göremediği o buz çölü. Ama yıllar geçtikçe, zamanın kirli ellerinde oyuncak olduğumu fark ettikçe, buz çölünü benden başka kimsenin göremediği düşüncesinin parçalandığını gördüm. Daha kötü bir durum vardı; çoğunluk buz çölünün farkındaydı ve buna rağmen sessizlikler kayasına dönüşmüşlerdi.


Benden cevap bekliyordu Nesrin Hanım. Biraz durdum, gökyüzüne bakmak için başımı yukarı kaldırdım. Gökyüzü görünmüyordu içinde hikâyeleri olmayan binalardan. İrkildim. Betonların hoyratlığı gökyüzünü susturmuştu. Kaldırımlar ve çatılar konuşuyordu sadece. Arabalar, havadaki bakteriler, elbiseler, giyim mağazaları, camdan duvarlar, çay ocakları, asgari ücretli güvenlik görevlileri, pastaneler, zaman öldürülen kafeler, ince belli masalar konuşuyordu. Soğumuş çaydan bir yudum aldıktan sonra kıvırcık sarı saçlı garson kızı çağırdım, bir tane daha çay istedim. Yüzümde, bu yolda bedel ödemiş olmanın onurunu da gizlemeden onlara -ihraç edilmekle ünlü bir akademisyen- olduğumu söyledim. Boşluğun çağrısı girdi araya ve zaman ağır derecede kekemeydi.


İkisinin de yüzü asıldı birden. Aynı zamanda soru işaretleri geziniyordu yüzlerinde. Bir süre sessiz kaldılar. Benim terörist olduğumu veya anarşist fikirler taşıdığımı (Anarşist olmak, fena fikir değildi benim için) düşünmüş olmalarına şaşırmamam gerekiyordu. Çünkü barış bildirisine imza atan akademisyenlere ve onlarla yürüyen diğer yurtseverlere acımasız yakıştırmalar yapmışlardı o günlerde. Bu durum beni hiç rahatsız etmedi, aksine hayatımın en onur duyacağım dönemiydi. Sisteme “Sizi reddediyorum!” diyenlerden biri olmak kişiliğimin ve felsefi anlayışımın bir gereğiydi. Onları da kendimi de iyi tanıyordum. On yıllardır milliyetçilik (Ucu-sonu faşizmdir), içi boş vatanseverlik-ülke bütünlüğü-ötekini beka sorunu görme çığırtkanlığı yapanların sahtelikleri gün geçtikçe açığa çıkıyordu.


Muhalif olduğunu söyleyenlerin azımsanmayacak bir kısmı da hayret verici bir şekilde kendilerini hem solcu hem de ulusalcı tanımlayabiliyorlardı. Bu büyük bir yanılgıydı. Türk solu diye uydurulan bir anlayışın kıyılarında dolaşan bir yansımaydı. Siyaset felsefesinde bu tanımlama asla kabul edilen bir şey değildi. Bir araya gelemeyecek olan iki kavramdı. Asılan suratlarından bu iki güzel insanın da öyle olduğunu düşündüm ilk anda.


(Alıntı: Tarihi TKP’nin son Genel Sekreteri’nden... "Tarihin gerçek dilini çözdüğümde görüyorum ki, biz dün farkına varmadan “Türkiye Komünist Partisi” değil “Türk Komünist Partisi” olmuşuz. Oysa komünist olmanın ayrıksı yanı en başta Enternasyonalist olmasıdır. Hem Enternasyonalist hem Ulusalcı olunamaz, olunursa da komünist olunamaz. Bu nedenle dünün TKP genel sekreteri ve aynı zamanda bir Türk olarak geriye dönüp Kürt halkından, Ermeni halkından, bu topraklarda soykırıma, tehcire, asimilasyona, baskıya ve tenkile (yok etmeye) uğramış bütün halklardan özür diliyorum. Türk halkından da özür diliyorum, zira bütün halklar özgür olmadan halkım da özgür olamazdı. Ve ancak şimdi, bu yüzleşmeyle kendimi gerçekten komünist olarak hissediyorum. Bir komünist dindar olabilir, başka şey de olabilir ama asla milliyetçi/ulusalcı olamaz…”
Nabi Yağcı, "Elele Özgürlüğe / Zarlar Atıldı Geri Dönüş Yok", Belge Yayınları, Belge Yayınları)


Nesrin hanım, az sonra sevimli bir tebessümle geri döndü boşluğun çağrısından. Ellerini, içten bakışlarının da yardımıyla omzuma attı, “Sizinleyiz, tıpkı o zaman olduğu gibi, bugün de sizinleyiz.” dedi. Bu sözleri şaşırtmıştı beni ve mutlu etmişti. Az önce onunla ilgili bilinçaltımda bir refleks olarak yürüyen düşüncelerden utandım. Daha birkaç saat önce tanıştığımız halde aramızda oluşan güven ve dayanışma çok anlamlıydı. Bu ülkede neyin doğru neyin yanlış olduğunu, nelerin döndüğünü, kimlerin insanlık ve halk düşmanı olduğunu, kimlerin gerçekten barış ve demokrasi için mücadele verdiğini bilen çok saygıdeğer bir kesim var. Sayıları az olsa da varlar. Bu “az” o kadar değerli ki milyonlarca duygusuz, bilinçsiz yığından ayrılıp etraflarına ışık saçıyorlar. O ışık, umut olarak düşüyor dünyaya.


Nesrin hanım, gözleri dolarak ayağa kalkıp içten bir sarılış hediye etti bana. Eşi Erhan Bey de aynı samimiyeti gösterdi. İkisi de tekrar tekrar o bildiriye imza atanların yanında olduklarını söylediler. “Asıl o bildiriye imza atmayanların utanması gereken bir çağda yaşıyoruz ama utanç iptal edilmiş bir kavram bu ülkede.” dedi Nesrin hanım, duyarlı ve coşkulu yüreğini de ortaya koyarak. Önümüzdeki günlerde radyo programına beni konuk almak istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Birbirimize telefon numaralarımızı verdikten sonra ayrıldılar. “Mutlaka ama mutlaka görüşelim.” diye yinelediler isteklerini ayrılırlarken.


Beste’nin işleri bitene kadar biraz daha bekledim. Bu arada saat 15.00’e gelmişti. Onlarla konuşma sırasında Alev’e İstanbul’da olduğumu yazmıştım el kıvraklığıyla. Bu cevabı daha da geciktirebilirdim ama ben ıstırap çektirmeyi seven biri değildim. İki saat sonra Beylikdüzü’ndeki Marina’da buluşabileceğimizi yazdım ona. Bildiğim bir yer değildi orası. Beste’den yardım aldım. Kızım arabasıyla Marina’ya beni bıraktığında saat 16.40’tı. Gece evde buluşmak üzere ayrıldık.


Ortalığa biraz göz attıktan sonra Marina’daki büyülü kıyıyı, yatları ve adeta güneşle mektuplaşan kumsalı kısmen gören, “Samimiyet” adındaki meyhanenin önündeki ahşaptan yapılmış masalardan birine oturdum. Bu kez masa oldukça büyük ve kalın belliydi. Üstüne istediğim kadar sözcük koyabilirdim. Bu meyhaneyi seçmemin en büyük nedeni isminin “Samimiyet” olması sanırım. Hemen yanında adı “Efella” olan küçük bir meyhane daha vardı. Duvarları bitişik, birbirlerine sarılmış iki kitap gibi duruyorlardı. Alev, henüz gelmemişti. Bekleyişin tadını çıkaracaktım. Ah, bekleyiş düşlerin ön avlusu! Ona mekânın konumunu attım. Adı İbrahim olan Şef garsona (Aslında buranın aynı zamanda işletmecisi de olduğunu açıklamayı da ihmal etmedi) birini beklediğimi söylerken, meyhane isimleri hakkında küçük bir muhabbete daldık. Efelya ile Samimiyet’i birleştireceklerini söyledi. İki meyhaneyi tek meyhane haline getireceklermiş önümüzdeki kış. “Zaten asla ayrılmamalı bu iki büyülü yapı. Tek vücut olsunlar.” dedim şef garson ama aynı zamanda işletmecisi de olan ve üzerindeki parlak ipekten gömleğiyle etrafına asalet saçan yoldaş İbrahim’e. Onun ipek gömleğinden dikkatimi alıp kendi kıyafetlerime çevirdim bakışımı. Giyim konusunda çok takıntılı olmasam da bu buluşmada daha özenli olabilirdim. Üzerimdeki mavi keten gömlek, altımdaki açık renkli kot ve beyaz spor ayakkabıyla romantik bir yemek buluşmasından çok derbi maçına gitmeye hazırlanan sağlıklı bir taraftar gibi görünüyordum. İbrahim’in bakışları birden arka tarafa doğru yöneldi. “Ağabey, beklediğiniz hanımefendi geldi sanırım.” dedi.


Kumral, saçları kısa ve kızıla boyalı, deli kahve gözlerindeki tehditkâr sürme, dudaklarında imgeler taşıyan bir kadın duruyordu arkamda. Ayağa kalkıp ona doğru döndüm. Kollarımda rahat durmayan bir sarılma refleksi vardı ama zorla da olsa durdurabildim onu. Gözlükleri saçlarındaydı. Hakim yaka, yarım göğüs dekolte, üst kısmı önden düğmeli, uzun ama yandan derin yırtmaçlı elbisesiyle, siyah dantel desenli yarım botlarıyla; Milan Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabından kaçıp kömürle çalışan bir trene binip gelen Prag’lı bir kadındı. Aşksızlıktan kurumuş bir ülkede aşkın Tereza’sı gibi karşımdaydı Alev. Aşka anlam veren, dudaklarındaki derin imgeler ve düşlerin ressamına (Düşlerin Ressamı: görünmeyeni çizen) ilham veren güzelliği değildi sadece. Yüzünde gülümsemeye hazırlanmış bir tebessüm ekibi; sözcüklerinde, ses tonunda ve kendini masumiyetin akışına bırakan doğallığında her an bir çılgınlığı getirip önüne bırakacak ve insanı yanına hiçbir şey almadan yeni serüvenlere çıkaracak sürprizleri vardı.


Aylardır görüşmüyorduk. Görüşemiyorduk, belki de evren görüşmemizi istemiyordu. Hayır, evrene suçu atmak da doğru değildi, sanırım çağrılarımız bitmişti. Rastlantıların çağrısı… Hislerin çağrısı… Ben ıssızlığın o da hüznün limanında çakılıp kalmıştı. Seslerin hapsi… Van Gogh’un “Sözcüklere gerek kalmadan beni anlayacaklarını sandım.” sözüne şu cümleyi ekleyebilirim: “Sözcüklerle de artık insanlar birbirlerini anlayamıyorlar. Çünkü insanlar kırılması kolay olmayan bir kabuğun içinde kendilerine biçilen rolleri yerine getiriyorlardı. O rollerde sadece dudaklar kıpırdıyor, konuşanın kim olduğu bilinmiyordu, mekanik bir kutudan geliyordu ses.”


İkimiz de bir süre konuşmadan birbirimizin yüzüne yansımış yıldız tozlarına baktık. Biz birbirimize anlam olmaya çalışan bakışlarla bakmaya devam ederken, İbrahim de dikkat ve merakla bize bakıyordu masanın öbür tarafında. İçinde nadiren buluşmalar ve bolca ayrılıklar olan bir aşk şöleninin ortasına düşmüştü. İyi bir tanıktı. “Hoş geldin,” dedim… Alev, mimikleriyle “hoş bulduk,” dedi. “Abla, hoş geldiniz,” diyerek karşılama törenine ortak oldu İbrahim. “İbrahim, işletmenin şef garsonu, aynı zamanda işletmecisi ama iyi bir şef garson bulursa kendisi patron masasına oturacak artık.” diye tanıştırdım onu Alev’le. Bütün yüzüyle gülümsedi Alev.

---

Ama yaşam… Yaşam, çözümü olmayan bir trajedidir. Mutluluk bir söylentiden ibaret. Bu ülkede… Evet “Bu ülkede,” diye başlayan cümlelerin içi kapkaranlık. Bulutlara kadar yükselmiş mutlak kötülük, sahteliğin parlayan gerçekliği, iliklerine kadar çürümüş toplum, adaletsizlik, hukuksuzluk, cehalet… Bütün bunlar kimyasal bir silahtan daha tehlikeli ve daha öldürücüdür. Dostoyevski’nin “Böylesine güzel bir gökyüzünün altında bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?” sözündeki o insanlarla aynı gökyüzü altında yaşamaktan daha berbat olan şey o insanların arasında yaşamak; aynı şehirde, aynı mahallede, aynı sitede, aynı apartmanda… Bütün bu kusursuz ve kronik kaosta, aşk ve ona eşlik eden koruyucu duygular uçsuz bucaksız bir çölün ortasında savunmasız kalmıştır. Susuz ve yenilmiş bir ordudur aşk. Böyle bir hiçliğin ortasında bazen ışıktan yapılmış bir söz veya beton yürekliler arasında var olmak için direnmeye çalışan bir çiçekle karşılaşırsın, içine o yenik ordudan kalan son ses damlacıkları birikir, beklenmeyen bir misafir gibi. O ses damlacıkları gerçekliğin yankısıdır. Anlam arayışının çığlığıdır. Tutunabilmektir. Dünya ve yaşam bu kadar işte, tutunabildiğin kadar senindir.

Alev, o ses damlacıklarıyla gelmişti.
“Ne güzel bir yer seçmişsin… Böyle gizemli yerleri bulma konusunda senden daha iyisi yok sanırım.” dedi etrafımızdaki her nesneyi kadraja alarak.




Paylaş:
5 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Boşluğun Çağrısı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Boşluğun Çağrısı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
BOŞLUĞUN ÇAĞRISI yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
C.Mıhcı
C.Mıhcı, @c-mihci
13.12.2025 14:52:05
Ya ortasındadır çemberin,ya da dışında..
TKP’ye şerh koyarak imliyorum yazıyı:)
Ne diyordu şarkıda ;

Ey sevda kuşanıp yollara düşen
Bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yare ulaşmadan düşersen eğer
Yarine sesinin yankısı kalır

Gecenin ucunda gün aralanır
Yar sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
Su olup akarsın kır çiçeklenir.

Kalemin dirence Işık olsun Metin dost

Sevgiyle.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL