0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
99
Okunma

Okulu bitirip göreve başlayınca ülke gerçeklerini yakından gözleme olanağım oldu. Debisi oldukça bol bir çayın vadisinin yamaçlarında bir köyde çalışacaktım. Bir sakattan fazla yürüyerek bir patika yolla varılıyordu çalışacağım köy okula. Küme küme fındık bahçeleri ve çamların arasına serpiştirilip birbirinden aralıklı evlerin oluşturduğu köyde geçecekti yaşamımın en güzel gençlik yılları.
Öğretmen Okulunu okuduğum güzelim Trabzon’da uygarlığın tüm olanakları vardı. Bir elin parmaklarından çok sinemalar. Tiyatro, yüksekokullar. Büyük bir halk kütüphanesi ve şehir stadyumu… Günlük gazetelere ulaşmakta sorun yoktu. Hafta sonları harçlığımız oldukça sinema en hoşlandığım eğlence mekânımdı. Okulumuzun zengin kütüphanesi olmasına karşı benim gibi kitapsever arkadaşlarımla halk kütüphanesine de yararlanırdık.
Köy, Külebi’nin Köy Öğretmenleri şiirinde betimlediği gibi:
“Yurdumuz uçsuz bucaksız,
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
Ama uzak, ama harap, ama garipsi…” köylerimizin tıpa tıp bir örneğiydi. Hani kuş uçmaz kervan geçmez dense yeridir. Ulaşım keçi yoluyla sağlanıyor. Yükler cefakâr kadınların sırtıyla taşınıyor. Erkekler gurbetçi. Ancak sonbaharın sonlarında köye dönüyorlar. Okul bir yıl önce açılmış. İlk görev yapan iki öğretmen başka okullara atama yaptırmışlar.
Benim doğduğum ve ilçemizdeki köylerle görev yaptığım köyü hiçbir açıdan karşılaştırmak olanaklı olamaz. Örneğim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı yaşadığım köyümde okul ta 1930 yılında açılmış. Kırklı, ellili yıllarda kız-erkek köyün bütün çocuklarının okula devamı sağlanmış. Çalışacağım köyde abartısız kız öğrencilerin okula devamı bir türlü sağlanamıyordu. Öğretmen Okulu’nda okurken öğreticilerin okula kaydı için çeşitli yöntemler uygulanır bu yöntemlerden birisi de velileri ikna yöntemiydi. İkna yöntemi tabiri garibime gitmişti. İkna yönteminin canlı örneğiyle karşıkarşıyaydım.
Bana göre her anne-baba çocuğunun en azından okuma-yazma, klasik deyişle hesap yapmasını öğrenmesini ister. Bu bakımdan da çocuklarının okullu olmasını sağlamak ebeveynlerinin biricik görevi olmalı. Kazın ayağının öyle olmadığını istemeyerek gördüm.
Derslerden kalan zamanlarımızı köy gençleriyle top oynayarak geçiriyordum. Gerçi top oynayacak birazcık düz alan bulmakta pek olanaklı olmuyordu. Kara Dere’nin hemen kıyısında kurulmuş nahiyede ortaokul açıldı. Ortaokulun Hasan Ali Yücel tercümesi çokça roman vardı. Ortaokulun kütüphanesinden kitap okuma gereksinimi karşılıyordum. Ve aybaşlarında ilçeye gittiğimde bolca gazete ve dergi alıp bir zaman bu yayınları okuyordum.
O yıllarda birinci lige çıkmış olan ilin futbol takımı Trabzonspor büyük takımlara kök söktürüyor ve şampiyonluğa oynuyordu. Köyün sıkıcı atmosferinden çıkmak adına nahiyenin memurları ve çevre köylerin öğretmenleriyle bazı hafta sonları bir minibüse tutup Trabzon’a maçlara gidiyorduk.
İlkbahar geldi. Ligler bitmesi yaklaştı. Fenerbahçe lider Trabzonspor’dan üç puan önde… O yıllarda galibiyete iki puan veriliyor. Haftanın maçlarında Fenerbahçe Adana’da, Trabzonspor İzmir deplasmanında. Ben memleketimdeyim. Mart ayı gelince bir hafta izin alıp eşimi köye götürürdüm. Eşim anne-babama köy işlerinde yardımcı olurdu.
Köyde maçları radyodan takip ediyorum. Fenerbahçe puan alamadı, Trabzonspor galip geldi. Arada bir puan kaldı. Haftaya Fenerbahçe Trabzon’a geliyor. Ve Trabzon kendi sahasında maçı alırsa bir puan farkla lider olacak.
Maçı kaçırmak olmaz. Cumartesi Trabzon’a döndüm. Pazar günü maçı izleyip çalıştığım köye dönmeyi planladım. Trabzon’da kaldım. Fenerbahçe kaldığım otelden hayli uzak bir otelde konaklıyordu. Sabaha kadar fanatik Trabzonspor taraftarları misafir takımın otelinin önünde davul çaldılar. Benim otelim hayli uzak olmasına karşın ben de sabaha kadar davul sesi dinledim istemeyerek.
Maç saat 16.00’da oynanacaktı. Stadın yarısının biletleri Rizeli seyircilere ayrılmıştı. Bilet bulmak hayli sıkıntılıydı. Bu bakından sabah saat 06.00’da stada vardım. Güzlükle içeri girdim. Ve saat 09.00’da stadın giriş kapıları kapandı. Ortalama on saat stadta kaldım. Maçı Trabzonspor kazandı. Ve aynı yıl lig şampiyonu oldu. Futbol adına takım devrim yapmış şampiyonluğu İstanbul’dan Anadolu’ya taşımıştı.
Futbol severlik güzel lakin benim gibi seyirciler simit yiyerek, sığıra içerek ortalama on saat maç için zaman ayırmıştık. Maç bittikten sonra bir iç hesaplaşmaya girdim. Yirmi iki futbolcu spor yapıyor, bolca para kazanıyor. Edilgen bir durumda maçı izleyen seyircilerin, benim bu işte düz mantıkla kârım ne!? Kendimi kitap kurdu olarak tanımlarım oysa. Futbolun toplumları uyutmakla bir afyon görevi yaptığını savunanlardanım. Kendime bu konuda çeki düzen vermeliyim. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Eylemim yanlıştı.
Derler ya: “"İyi bir boks seyircisi olacağına, kötü bir boksör ol, sahaya in ve dayak ye." Hayatı seyretmek yerine sahaya in ve savaş.”
İşte bu ilkeyi kendime düstur edindim. Bir daha statlarda maç izlemedim. Köyde gençlerle bulduğumuz düzlüklerde top oynadık. Ayrıca okulumuzun bahçesinde bir voleybol sahası yapıp yaşları da hayli büyük öğrencilerle bol bol voleybol oynadık.