0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
117
Okunma
Bilmeden Konuşmak: En Yaygın Toplumsal Kabahat
Bugün bir gaf yaptım. Küçük gibi duran ama insanın içine koca bir mahcubiyet bırakan türden…
Tanımadan, bilmeden, alışkanlıkla kurulan bir cümle. İçinde kötü niyet yoktu belki ama açtığı yer derindi.
Bir okurumla konuşuyordum. Sohbetin sıcaklığında, alışkanlıkla “Anneciğine de selamlarımı söyle,” dedim. Aldığım cevap sarsıcıydı:
“Gidince söylerim abla,” dedi, kısa bir duraksamadan sonra ekledi:
“Yedi sene önce kaybettim…”
İnsan o an ne diyeceğini bilemiyor. Kelimeler boğazda düğüm oluyor. Özür yetmiyor, susmak da yetmiyor. Çünkü bir cümleyle, kapanmış sandığın bir yara yeniden kanıyor.
Biz böyleyiz toplum olarak.
Sohbete girerken ezber cümlelerimiz var:
“Eşine selam söyle.”
“Çocuklar kaç yaşında?”
“Annene de selamlar…”
Sonra bir sessizlik çöker.
Çünkü bazen eş yoktur.
Bazen çocuk hiç olmamıştır.
Bazen anne, çoktan toprağa verilmiştir.
Ve biz o anda kırdığımızı, kanattığımızı, eski bir acıyı yeniden uyandırdığımızı fark ederiz. Ama iş işten geçmiştir. Kelime ağızdan bir kez çıktı mı, kalbin bir yerine mutlaka değmiştir.
Mesele belki de gaf yapmak değil aslında.
Mesele, bilmeden konuşmayı alışkanlık hâline getirmiş olmamız.
Mesele, karşımızdakinin bir hikâyesi olabileceğini unutacak kadar kendimize odaklı yaşamamız.
Herkesin bir hikâyesi var.
Ama biz hikâyeleri sormadan başlık atmayı seviyoruz.
Bilmeden yargılıyor, öğrenmeden konuşuyor, anlamadan hüküm veriyoruz.
Oysa bazen en büyük nezaket, soru sormamak…
En derin saygı, varsayım yapmamak…
En gerçek edep, “bilmiyorum” diyebilmektir.
Bugün ben bir gaf yaptım.
Ama asıl gafı her gün, birbirimizin hayatına izinsiz dalarak yapıyoruz.
Ve adına “samimiyet” diyoruz.
Belki de artık şunu öğrenmeliyiz:
İnsanlarla konuşmadan önce, hayatlarına dair değil; Kalplerine dair hassasiyet taşımayı…
5.0
100% (2)