0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
43
Okunma
Beşiktaş sahilinde, denizin tuzlu nefesinin insanın içini ferahlattığı bir akşamdı. Ben ve arkadaşım bir bankın kenarına ilişmiş, vapurların ağır ağır salınışını, martıların göğe çizdiği daireleri seyrediyorduk. Şehrin kalabalığından değil de, sanki kendi içimizdeki kalabalıktan kaçmıştık o gün; biraz durmak, biraz soluklanmak istemiştik.
Tam o sırada, saçları rüzgârda dağılan, kıyafetleri yorgun bir geçmişi anlatan yaşlı bir adam ağır adımlarla bankın diğer ucuna oturdu. Gelişi sessizdi ama oturuşunda bir ömrün ağırlığı vardı. Selam verdi, biz de selamını aldık usulünce. Gözlerindeki yorgunlukla ters düşen hafif bir tebessüm belirdi dudaklarında.
“Ben her gün buraya gelir, denizi, vapurları, martıları seyrederim,” dedi.
Sözü sakindi, ama sanki her kelimenin içine bir sızı gizlenmişti.
“Peki siz… Siz ilk defa mı geliyorsunuz buraya?”
Arkadaşımla birbirimize baktık.
“Hayır amca,” dedim, “sık sık olmasa da geliriz. Üsküdar’dan geldik. Biraz durup dinlenelim dedik.”
Adam, bir bize baktı, bir denize… Bakışında sanki boğazın derinliğinden daha derin bir boşluk vardı. Sonra içini çekti, öyle bir çekti ki, sanki o nefesin içinde koca bir ömür devrildi.
“Benim iki çocuğum var,” dedi. “Sizin yaşlarda… Onları okuttum, büyüttüm, yedirdim, içirdim. Evlendiler… Ama ikisi de beni evine almadı.”
Gözleri doldu, dudakları titredi.
“Eşim vefat etti. Böyle sokaklarda kaldım işte…”
O cümleyi söylerken yüzüne düşen ifade, bir insanın kaderiyle barışmış hâlini değil, kader tarafından unutulmuş hâlini taşıyordu. Bir süre sustu. Biz de sustuk. Çünkü bazı susuşlar konuşmaktan daha ağırdır; bazı acılar kelime kabul etmez.
Biz o an teselli etmeye çalışsak da, aslında teselli edilmeyi bekleyen bizdik. Çünkü insanın içini en çok acıtan, bir yabancının hikâyesinde kendi kırılganlığını görmesidir.
Yan büfeden bir şeyler alıp uzattık ona. Teşekkür etti, hafifçe başını eğdi. Belli ki minneti de sessizdi, acısı gibi. Sonra yavaş adımlarla uzaklaştı. Arkasından baktık; bankta bıraktığı şey sadece bir iz değildi. Bir ibretti, bir sızıydı, bir dua ihtiyacıydı.
O an düşünmeden edemedim:
İnsanın çocukları büyür, yürür, gider… Ama insanın kalbi bir yere gidemez, yaşadığı acıların içinde kalır.
Oysa anne ve baba, bir insanın dünyaya tutunma vesilesidir. Bir damla sütle, bir lokma ekmekle, bir gece uykusunu harcayarak büyütürler evlatlarını. Bir ömürlerini verirler, karşılığında bir teşekkür bile istemezler. Çünkü evlat, anne babanın davası değil, duasıdır.
Ama ne yazık ki bazı dualar, büyüdükçe sahibini unutur.
Bazı evlatlar, kendi sıcak yuvalarındayken, anne babalarını sokaklara bırakacak kadar kalbin sesini kaybederler.
Tasavvufta derler ki:
“Kimin kalbinde anne babasının hatırı yoksa, o kalp Hakk’ın nazarından da uzak olur.”
Çünkü merhamet, Allah’ın kullarına bıraktığı en kıymetli emanettir. Ve en önce anne babaya gösterilir. Onların duası gök kapılarını açar; onların ahı da kapatır.
Yaşlı amca o gün sadece bir hikâye anlatmadı bize; hayatın geçiciliğini, dünya imtihanının her yaşta sürdüğünü, insanın bazen en yakınları tarafından bile unutulabileceğini gösterdi.
Deniz o akşam daha bir hüzünlü dalgalanıyordu. Martılar daha kederli ötüyordu. Vapur düdükleri bile sanki bir vedanın iç çekişi gibiydi.
Biz ise o bankta, onun gidişini seyrederken aslında kendi içimizde bir yere bakıyorduk:
İnsanın sınavının çoğu sevgiden, sevilmekten, sahip çıkmaktan geçer.
Ve anladım ki;
Bir insanın en büyük fakirliği parasızlık değil, yalnız bırakılmaktır.
En büyük zenginliği ise kendisine dua eden bir anne babaya sahip olmaktır.
O gece eve dönerken içimde bir şey değişmişti.
Her vapur sesi, o yaşlı adamın iç çekişini hatırlattı bana.
Her martı kanadı, onun yalnızlığını.
Her adımımda şu cümle çınladı kulaklarımda:
“Anne babanın hakkı ödenmez.”
Ve belki de asıl mesele buydu:
Dünyada unuttuğumuzu sandığımız şeyler, aslında kalbimizde bizi bekler.
Rabbim, anne babasını inciten her evlada merhamet kapılarını yeniden açsın; anne babasını baş tacı edenlere ise rahmetini bol kılsın.
Abdurrahman Tümer