1
Yorum
16
Beğeni
3,7
Puan
208
Okunma


YA DA
KIRMIZI BALON
Bir ara izlemeyi çok isteyip platformlarda bulamadığım için izlemekten vazgeçtiğim bir filmdi. Öyle ki az önce onunla ilgili bir içerik düşmese önüme belki de aklıma bir daha hiç gelmeyecekti. Sanırım vakit o vakitti ki dürtüldüm ve filmi kolayca bulup bir solukta izledim.
Kısa ve sessiz bir film Kırmızı Balon. Ama bana o kadar çok şey söyledi ki. Otuz dört dakika boyunca benimle o kadar derin bir bağ ve ortak bir dil kurdu ki anlatasım geldi filmle aramızda olan biteni. Diyeceğim şu ki, Pascal ile Kırmızı Balon arasında kurulan o gerçeküstü bağ, filmle benim aramda da kuruldu. Ben Pascal kadar şanslı değildim ama. Balonlar onu bu kötülük dolu dünyadan koparıp uçurdular göğe filmin sonunda.
"Beni de alın, bu dünya Pascal’a ettiğini bana da etti. Boş bulunduğum her fırsatta da etmekte," diye bas bas bağırdım arkalarından. Ama duymadılar. Onlar duymayınca belki birileri duyar diye hali hazırda çıkmış olan bu sesi yazarak duyurmaya karar verdim..
Kırmızı Balon, yerin gerçekliği hükmünü acımasızca sürerken, "Hele bir de başımızı kaldırıp göğe bakalım," demeye cüret edebileceklerin seveceği bir film. Günlük rutinn içinde ama onu aşan bir alemde büyülü bir gerçeklik sunuyor meraklısına. Kimilerine hiç inandırıcı gelmeyebilirken, kimilerine de tam aksine, tam yerine, hatta bam teline dokunabilecek bir film.
Anlatıcısının usta yönetmen Albert Lamorisse olduğu görsel ve sessiz bir masal Kırmızı Balon. Üstelik bu usta anlatıcı masalının küçük kahramanını uzakta da aramamış. Oğlu Pascal Lamorisse’i usta bir oyuncuya dönüştürmüş. Kızı Sabine Lamorisse’i de unutmamış elbette. Onun eline de mavi bir balon verip romantik bir sahnede buluşturmuş çocuklarını.. Sadece onları olsa iyi. Alelade ve sıradan bir balona bile can vermeyi başarmış.
Balonun performansını izledikçe, tanrının nefesiyle can bulmuş bir varlık olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Her ne kadar bu dirilişin tanrısal olduğunu düşündürtse de film, bunun sebebi bir o kadar dünyasal oysa. Bir balonun bir çocukla gündelik ve sıradan bir karşılaşması.
Okula gittiğini elindeki çantasından anladığımız Pascal, yolunun üstündeki kediyi sevip okşamak için küçük bir mola veriyor önce. Atmosfer o kadar boğucu ve renksizken, Pascal bu kadar yalnız ve mutsuzken kediye tekme atsa şaşırtmazdı bizi oysa.
1956 yılının savaş sonrası Paris’inde geçiyor film. Sanırım bu yüzden de Paris’te geçen filmler gibi buram buram aşk ve romantizm kokan
filmlerden değil. Onlarda olduğu gibi göz kamaştırıcı bir Paris sunmuyor izleyicisine. Can sıkıcı olup, ilham verici olmaktan uzak, ağır bir griliğin içinde ilerliyor sonuna kadar. Arka planın bu kadar flu olması ön plana çıkması gerekeni zahmetsizce kavramakta büyük etken izleyici için.
Soğumuş bir bedense Paris bu filmde, Kırmızı Balon da Pascal’ın dokunuşuyla atmaya başlayan kalbi oluyor o bedenin.
İlkinde bir sokak lambasına takılmış olarak görüyor Pascal bu Kırmızı Balon’u. Ve birçırpıda tırmanıp kurtarıyor onu oradan. Sonra kaldığı yerden devam etmeye çalışıyor gündelik hayatına. Ama o, eski Pacsal değildir artık. Önce elindeki Kırmızı Balon’dan dolayı her gün bindiği otobüse alınmaz. Sonra okula. Eve döndüğünde de annesi camdan dışarı atar Kırmızı Balon’u. Odasının penceresi önünde nasıl beklediyse Pascal’ı, annesiyle gittiği kilisenin dışında da öyle bekler onu. Kırmızı Balon’un varlığı hem kamusal hem de resmi alanlarda risk olarak görülür. Balon kırmızıdır her şeyden önce. Özerktir. Bireydir. Ele avuca sığmaz bir asidir. Kanlı canlı olmakla kalmayıp
duyguludur da. Pacsal’la aralarında kurulan bağa rağmen Pascal’ın da malı değildir üstelik. Onun eşitidir. Yoldaşıdır. İçindeki cevherin dışarıda onunla oynaştığı bir yansımasıdır.
Yetişkinler balonla olan güçlü bağı için Pascal’ı cezalandırırken çocuklar da balonu ele geçirerek çok kıskandıkları bu bağı
sabote etmek için uğraşırlar. Dünyanın bütün kötüleri onlara karşı birleşmiş gibidir. Onlar da birlik olup birbirlerini korumaya çalışırlar.
Kurumsal yetişkinlerin kötülüğü çok tanıdık gelip çok da şaşırtmıyorken, çocukların kötülüğü insanın içini sızlatmıyor değil.
Film, çocukların yaptığı kötülükle son buluyor. Bu da insanı ister istemez filmin nasıl başladığına, Pascal’ın kediyi sevip okşadığı ilk sahneye götürüyor.
Masalını anlatmaya sevgiyle başlayıp nefretle sonlandıran Abert Lamorisse, iyilik ya da kötülüğün çocuk yaşlarda seçilip ilk fırsatta da hayata geçirildiğini, çocukluk demenin illaki de saflık demek olmadığını çarpıcı bir kurguyla gösteriyor anlatıısında. Bunu çok iyi yapmış olmalı ki aldığı ödüllerin haddi hesabı yok.
1956, Cannes Film Festivali, En İyi Kısa Film dalında Altın Palmiye ödülü.
1956, Louis Delluc, En İyi Film ödülü.
1957, En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar ödülü kazanan ilk diyalogsuz film.
Film ayrıca İngiliz Flm Enstitüsü’nün 2005 yılında oluşturduğu 14 yaşından önce izlenmesi gereken 50 filmin de içinde.
Çocukluğumda dinlediğim masallardan kalma bir alışkanlık olsa gerek. Sonunda iyilerin kazandığı tüm anlatılar hâlâ iyi geliyor bana.
Hezimete uğrayan kötüler beni incitmiş olanların hepsidir çünkü, kazanan iyiler ise incinmişliğine su serpilmiş olan içimdeki çocuktur.
İçinizdeki incinmiş çocuk hâlâ iyi bir çocuk olmakta inat ediyorsa siz de bir ara bir göz atabilirsiniz Kırmızı Balon’a.
Ve Pascal’a..
hulyaperest
5.0
67% (2)
1.0
33% (1)