0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
48
Okunma
Bazı insanlar kalabalıktan kaçar, sessiz sokaklarda nefes almayı tercih eder. Ama ben öyle değilim… Ben İstanbul’un kalabalığını seviyorum. Bir şehrin nabzı insanlarıyla atar ya hani, işte İstanbul’un kalabalığı da şehrin kalbidir. Kafelerden yükselen kahve kokusu, sokaklardan geçen ayak sesleri, vapur iskelelerinden taşan uğultular… Hepsi bir araya geldiğinde öyle bir bütün oluşturuyor ki, insan kendini o akışa bıraktığında ne sıkılır, ne daralır. Tam tersine, ben o akışın içinde rahatlıyor, ferahlıyorum.
Bazen bir sokağa giriyorum, bir bakıyorum insanların yüzleri birbirine karışmış; kimi telaşlı, kimi huzurlu, kimi düşüncelere dalmış… O kalabalığın içinde yürürken bile kendimi yalnız hissetmiyorum. Çünkü İstanbul’un kalabalığı insanın içindeki boşluğu dolduruyor, ruhun sıkışmış köşelerine nefes üflüyor. Evde uzun süre kaldığımda içime çöken o sessiz ağırlık, dışarı adımımı attığım anda dağılıyor. İstanbul’un sesine karıştığım an içimde bir kapı aralanıyor sanki, ferahlık geçip kalbime yerleşiyor.
Her yürüyüşüm aynı değil. Her adımda başka bir hikâyenin içine düşüyorum. Bir kafede gülüşen gençleri görüyorum; kahveleri sıcacık, hayalleri taze. Bir sokakta yürüyen yaşlı bir adamın yüzünde yılların çizgileri var, sanki her biri ayrı bir İstanbul hikâyesi yazmış derinlerine. Turistler her köşede… Fotoğraf çekerken gözlerindeki o hayranlık beni de sarıyor. Dünyanın öbür ucundan gelip aynı kalabalığa dahil oluyorlar; ben de onları gözlemleyip defterime not düşüyorum. Çünkü İstanbul sadece bize ait değil, dünyanın dört bir yanından gelip gönlünde yer açan insanların da şehri.
Bazen Eminönü’ne iniyorum; balık ekmek kokusu, martı çığlıkları, dalganın kayığı hafifçe sallayışı… Hepsi bir arada öyle bir senfoni oluşturuyor ki, kalabalığın uğultusu bile ayrı bir melodiye dönüşüyor. Kapalıçarşı’nın o yılgın ve eski kokusu, Galata’nın taşlarında yankılanan ayak sesleri, Beşiktaş vapur iskelesinden çıkan insan seli… İstanbul’un kalabalığı sadece bir görüntü değil; dokusu var, ritmi var, nefesi var.
Gezilecek yerleri bitirmek mümkün mü? Her köşe yeni bir hikâye, her cadde başka bir zaman tüneli. Tarihin içinden yürüyor gibi hissediyorum bazen; sanki adım attığım her taş, asırlardır bu şehrin yükünü çekmiş gibi. Süleymaniye’nin kubbeleri bana sabrı hatırlatıyor, Sultanahmet’in avlusunda gezen turistler heyecanı… Ortaköy’de deniz kenarında bir bankta oturduğumda ise, kalabalığın içinden bir huzur süzülüyor üzerime.
Benim için ilham sadece denizden, martıdan, tarihten gelmiyor. Kalabalığın kendisi bile bir şiir. Adım adım ilerleyen insan seli, kulağıma çalınan diller, duymadığım ama hissettiğim hikâyeler… Hepsi içimde yazılmayı bekleyen cümlelere dönüşüyor. Defterime her not aldığımda İstanbul’u biraz daha anladığımı sanıyorum, ama her gün yeni bir yüzünü gösteriyor bana. Bitmeyen bir roman gibi… Ne kadar okursan oku, son sayfaya hiç ulaşamıyorsun.
Evin kapısından çıktığım anda başlayan yolculuk, akşam eve dönene kadar ruhumu besliyor. Ne kadar yorgun olsam da, kalabalığın içinde attığım her adım başka bir canlılık veriyor içime. Sanki İstanbul’un kalabalığı gizli bir enerji taşıyor; yoruyor gibi görünse de aslında diriltiyor insanı.
Belki de bu yüzden seviyorum İstanbul’u. Belki de bu yüzden kalabalığını bile özlüyorum. Çünkü bu şehirde hiçbir yalnızlık gerçek yalnızlık değil. Her köşe başı bir hikâye, her yüz bir hayat, her kalabalık bir başka dünya…
Ve ben, tüm bu dünyaların içinde dolaşırken kendimi buluyorum.
İstanbul’un kalabalığında kayboldukça, aslında daha çok kendime yaklaşıyorum.
Abdurrahman Tümer