2
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
197
Okunma
Çocukluk ayak izlerimi takip ederek köye gittim. Asfaltın üstünde minibüsten indim, toprak yoldan yürüyerek eve vardım. Yolun sağında solunda kamışlar boyumu aşmış. Babam barakanın gölgesinde artık oturmuyor. Eskide her gelişimde onu gölgede sedirin üstünde oturur bulurdum. Babamın üzerinde abdest aldığı, avlunun ortasındaki büyük siyah taşın üzerindeki ibrik yoktu. Avludaki siyah taşa oturdum, gözlerimi yumdum, nefesimi tuttum, geçmişin içinde adeta boğuldum. Avlunun orta yerinde bir yabancı gibi kaldım, bir an kendimi tanıyamaz oldum.
Duru bir göle girer gibi avluya girdim. Her şey durmuş, sadece zaman denen nehir veya rüzgâr her neyse üzerimizden akmış. Geçmiş zaman bugün burada ayağımın altında derin bir gölde boğulmuş. Avluda her şey yerli yerinde, zamanın külleri arasında birer yitik yıldız misali anılar yerli yerinde. Bacadan düşen ışıklar, vaktin gergefinde beni götüren beni getiren kuş sesleri, ayağımın altından havalanan tozlar ne varsa ailemden kalan bütün hatıralar olduğu gibi durmuş.
Evin dış kapısına asılı, annemden kalma tül perde, güneşte çürümüş. Anahtarı kaybolan asma kilit pas tutmuş. Penceresinden bakınca evin karanlık köşesinde bir çift göz halen yanıyor. İlkbaharda buraya buzağılar bağlanırdı. O karanlık köşede gözleri birer çift ateş olup cin gibi bakardı. O köşede buzağıların olduğunu bildiğim halde yine de korkardım. İçerde, sıvası dökülmüş duvarda gazyağı lambası tozlanmış, örümcek ağları içinde annemin vaktinden beri paslı çivide asılı duruyor.
Avluda kardeşlerimi aradım. Annemin sesini, inek sağarken söylediği ninnileri duymak istedim. Toprak damlı evimizin eşiğine, kapının paslı zerzesine, iğdenin kırmızı yüklü dalına, ılgın ağaçlarına, oyun oynadığım köşe bucakta ne varsa hepsine, ahırların kapı penceresine, tulumbanın demir koluna varana, özlediğim tüm eşyalara elimi sürdüm. Bu arada geçen zaman rüzgâr gibi gelip üzerimizden akıp gitmiş, beni ve kardeşlerimi, her birimizi ayrı bir yere savurmuş.
Kediler ortalıkta gözükmüyor, yayladan döndüğümüzden haberdar olan kedimiz ilk geceden, yavrularını peşine takıp yanımıza gelirdi, korkak yavruları sonra bize alışırdı. İlkbahardan beri boş kalmış ev pire kaynardı. Annemle tulumbadan su taşır evi sulardık. Annemin avluda çitlerden yaptığı geçici minik yuvada yatardık. Ayın ışığında ağaran avluyu ve kedi yavrularını çitlerin ardından izlerdik. Sivrisineklerin vızıldama sesleri eşliğinde uykuya dalardık. Sabah güneş çitlerden yüzümüze vurunca dışarı fırlardık. Yaz boyunca uzak kaldığımız bahçeyi her sabah yeniden keşfederdik.
Bugün bahçeyi dip köşe yeniden keşfediyorum. Babam bir elinde prostatlı ibriği diğerinde düşmekte olan kemeri, gölgesindeki sedirin çürüdüğü barakanın köşesinde beliriverdi. Annem ılgın ağacının ardından terliğinde bostan kokulu balçık, koltuğunun altında bir sepet, sepette yeni topladığı domateslerle çıkıp geldi. Domateslerin bir yanları yeşil hala dişlerimi kamaştırır. O domatesin kokusu şimdi burun direğimi sızlatır. Naylon sepet, annemin üzerindeki yeşil kadife entarisi, yün yeleği solmuş, kurak geçen uzun yazlardan kalmış. Babam beni yanına çağırdı, gurbetten gelen oğlunun başını usulca öptü.
Ben geldim diyecek oldum, anne ben geldim. Zihnimdeki sislerin ardından göz yaşartan o görüntüleri giderek uzaklaştı. Farkındayım bu tür histerik seyahatler bana iyi gelmiyor. Anne babamı toprağa vereli kaç yıl oldu, daha sızıyor göğüs kafesimdeki küskün üfürümlü boş yerleri. Onları verdiğimiz toprak yine aynı topraktır, bu köyün tuzlu çorak toprağı.
Avludaki ılgın ağacı bakımsız kalmış, diplerini kamışlar sarmış, çorak toprak beyaz pamuk gibi kabarmış. Deve dikenleri her yeri kaplamış. Tandırlığın duvarları uçmuş. Ahırların yanları devrilmiş, içinde kamışlar yeşermiş. Yorgun, bel vermiş duvarların oyuklarında şimdi ibibikler civciv çıkarmış.
Baharda bütün evler yaylaya çıkmış, köy boşalmış, ibibik sesleri boş duvarlarda yankılanıyor. Çevreleri iğde ağaçları ile çevrili bütün ıssız tarlalar, çayırlar kuş sesleri ile dolmuş. Bu tarlalarda koşturan kuzular şimdi karlı dağlarda yayılıyor. Çocukluğumu en son kaybettiğim yer, başka yerlerde arayıp da bulamadığım yer işte burasıdır. Keçilerin gövdesini kemirdiği söğüt ağaçları kurumuş. Sulama kanalı boyunca sıralanmış iğde ağaçları yaşlanmış yanlarını yere dayamış, kanal boyunda sazlıklar beyhude yükselmiş.
Ufukta yine yeşil bir Ağrı Dağı dikilmiş, dağın boynuna gökkuşağı asılmış, bahar ezgili, buğulanıp titreyen bu dağın üstünden masmavi bir gökyüzü yükselmiş. O kadar yer gezdim, çocukluğumun gökleri kadar mavisini bir daha da görmedim. Mayıs ayı iğde kokusu, sarı bir alerji, bir baş ağrısı tuttu beni. Yer gök sivrisinek dolmuş, başımın üstünde bir buluttur uğulduyor. Küçüklüğümdeki gibi iğde ağacına çıkmış iğde topluyorum, iğde yaprağındaki beyaz pürtüklü unlar parmaklarımın arasında ezilirken, yerde yağmurdan kalan son su birikintileri de kurumuş, su içen serçeler çoktan uçmuş. İnce toprak çatlamış, çat çat kırılıyor, çocukluğum ayağımın altında çatlayıp kırılıyor. Bir yangın misali ufukta bulutları tutuşturan güneş bütün alevlerini toplayıp dağlardan aşağı devrilince akşam ezanları, duvardaki deliklerden fırlayan yarasaların kanat sesleri, nemli yapışkan bütün kırlangıç ötüşleri hepsi birbirine karışıyor. İğdenin pürtüklü unları elimden kayıp gidiyor, beraberinde çocukluğum gidiyor. Bu avluda büyüyen kardeşlerimin her biri şimdi başka bir diyarda duruyor. Saklambaç oynuyoruz, avluda orda bura kardeşlerimin görüntüleri gözlerimin önünde belirip yine saklanıyor.
Mustafa Alagöz
5.0
100% (5)