0
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
87
Okunma
Bazen insan yazıya sarılır, bazen şiire… Ama bazı ruhlar vardır ki, kelimeler arasında en çok şiire sığınır. Çünkü yazı anlatır; şiir ise açar. Yazı konuşur; şiir söylenmeyeni duyurur. İnsan ne zaman kendini kalabalıkların ortasında yapayalnız hissetse, ne zaman içindeki fırtınalar kelimelerin arasından taşsa, eline kâğıdı defteri alır ve şiire sığınır. Şiir, insana kendi içindeki derin kuyuları gösterir. Bakınca yalnız karanlık görünen o kuyunun dibinde aslında bir ışık olduğunu hatırlatır.
Ve İstanbul… Zaten başlı başına bir şiirdir. Bazen divan edebiyatının ağır kokuşmuş mürekkebine benzer, bazen modern bir şairin kırık cümlelerine. Kimi zaman Yunus’un “seni sevmek ibadettir” nefesiyle dolar, kimi zaman Hazreti Ebu Eyyub El Ensari türbesinden yükselen bir ilahi gibi şehrin üzerine dökülür.
İstanbul’u yazıyla anlatmak ayrıdır; şiirle anlatmak apayrı. Yazı, şehri dışarıdan seyreder; şiirse içine girer, o şehrin kalbini dinler.
Ben bazen martıların sesini duydukça yazıyorum. Bir martının kanadına değen rüzgarla, insanın kalbine değen rüzgar aynı yerde buluşuyor sanki. Deniz kokusu, şairin içindeki dertleri alıp gönlün kıyısına bırakıyor. Boğaz’dan geçen her vapur, kendi içinde ayrı bir hikâye taşıyor. Kim bilir, hangi gönül kırıklığını, hangi sevinci, hangi duasızlığı ya da hangi teslimiyeti uzaklara götürüyor?
Bazen Süleymaniye’nin avlusunda oturup bakıyorum. O ihtişamlı kubbelerin altında insan kendisini bir anlığına topraktan yapılmış bir misafir gibi hissediyor. Taştan inşa edilmiş ama ruhla yoğrulmuş bu mekân, insanın kalbine “sakin ol” diyor. Şair burada sadece yazmaz; burada yazılanın kendisi olur. Çünkü Süleymaniye’de rüzgâr bile zikrederek eser. Sultanahmet’in mavi çinilerinin altında insan fark eder ki aslında şehir mavi bir ilahidir; gökyüzü de onun semasıdır.
Surlar… Asırlardır ayakta duran, yorgun ama dirençli o taşlar. Her bir taşında bir savaşın, bir secdenin, bir duanın izi var. Bir şair surlara yaslanınca aslında tarihe yaslanır. Rüzgârın taşıdığı her esinti, maziden bir ses getirir: “Bugün de geçer… dünyanın her hali misafirdir.”
Ama bazen de İstanbul’un kalabalığından bir başka sessizliğe sığınır insan. Ortaköy’de bir çay, Boğaz’dan geçen vapurlar, uzaklaşan bir düdük sesi… Çayın dumanı yükselirken, sanki insanın içindeki dertler de buhar olur, göğe karışır. Tasavvufta derler ki: “İnsan nereye bakarsa baksın, aslında kendine bakar.” Ben de bazen vapurlara bakarken kendimi görürüm. Kim bilir… Belki o vapur gibi ben de bir yerden bir yere gidiyorum, ama aslında varacağım yer yine içimin kıyısıdır.
İstanbul’u şiirle anlatmak başka dedim ya… Çünkü İstanbul, insana sürekli “oku” der. Boğaz’ın mavisi Kur’an’ın bir ayeti gibi akar; surlar kadim bir hikâye gibi durur; martılar bir ilahi gibi şehir üzerine yayılır. İstanbul’da her adım bir zikirdir, her nefes bir duadır, her sessizlik bir tefekkürdür.
Bazen yazıyorum, bazen şiir yazıyorum… Fakat en çok şiiri seviyorum. Çünkü şiir beni dinlendiriyor, beni alıp başka âlemlere götürüyor. Şiir, insanın içindeki sızıya merhem oluyor. Ve anlıyorum ki: İstanbul’un kendisi bir şiir, ben ise o şiirin içinde yürüyen bir mısrayım sadece.
Belki de İstanbul’un büyüsü buradadır. İnsan şair olmasa bile bu şehir onu şair yapar. İnsan yazmasada bile bu şehir onun kalbine bir şeyler fısıldar. Ve insan, kalabalıkların ortasında bile kendiyle baş başa kalır.
İstanbul’u yazıyla anlatmak kolaydır… Ama İstanbul’u şiirle anlatmak, gönüllerin sır kapısını aralamaktır. Ve bu şehir, ancak o kapıyı aralamayı bilenlere kendisini açar.
Abdurrahman Tümer
5.0
100% (1)