2
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
142
Okunma
Bir sarsıntı oldu minibüs sert bir şekilde fren yaptı. Önde oturan köylüler telaşlı bir halde konuşmaya başladılar. Konuşulanları uzaktan anlamıyordum ama ters giden bir şeyler vardı. Dışarısı soğuktu ilk başta kimse inmedi. Kar yolun sağında solunda duvar gibi yükseliyordu. Yol bir tünelin içinde ilerliyor gibiydi. Şubat ayında buralar çok soğuk oluyordu. Hafta sonu ilçeye alışveriş için inmiştim. Dönüşte yanıma bir hafta yetecek kadar somun, kuru soğan, makarna, biraz da zeytin almıştım. Ayrıca ilçe milli eğitim müdürlüğündeki okulumuzun gözünde biriken resmi yazıları getirmiştim. Öğrencilerim çok seviyor diye bir paket de renkli tebeşir almıştım. Minibüs ilçeden çıkmış, köy yolunda ilerliyordu. Yol büyük karlı düzlüklerden sonra dar bir boğazdan geçiyordu. Burası Murat ırmağının kollarıyla yardığı derin bir kanyondur. Bu boğazı birkaç ay önce görecektin. Yaprakları kızarmış alıç ormanı sonbaharın imzası gibi bozkırda öyle durur. Alıç ağaçları sonbaharda yapraklarını ekşitmiş kızıla boyar. Kızarmış ağaçların üzerinde serçe sürüleri çığlık çığlığa uçuşur görmelisin. Kış günü dar boğazın içine karanlık erken çökmüştü. Minibüs durduktan kısa bir süre sonra şoför dönüp yolcuların inmelerini ve yerde yatıp kıpırdamadan beklemelerini istedi. Öndeki yolcuların telaşlı konuşmaları zaten beni yeterince tedirgin etmişti, şimdi yere yatın demeleri beni iyice korkuttu. İnerken ileriye doğru baktım diğer köylerin de minibüsleri ışıklarını karartmış önümüzde duruyorlardı. Gelen haberlere göre ilerde boğazda çatışma varmış bizim önümüzde ilerleyen Karakaya, Sarıdüz, Dizasor, Karanlıksu, Mollaferman ve Uzunderviş minibüsleri de bekliyormuş. Yolcular inmiş karın içinde mevziye yatar gibi yan yatmış ileriye silah seslerinin geldiği boğaza doğru bakıyorlardı. Öndeki minibüs şoförleri kulaktan kulağa bilgi veriyorlardı. Çatışma birkaç saattir sürüyormuş. Askeriye yolu kapatmış. Çatışma sürdüğü sürece yol açılmayacakmış. Herkes olduğu yerde yatıp kıpırdamadan bekleyecekmiş. Yanlarım karda ıslanmaya başladı. İkide bir yattığım yanımı değiştiriyordum. Herkesin dizleri dirsekleri karın üzerinde ıslanmıştı. Ellerim buz kesti. Dudaklarım morardı. Hastalar, yaşlı kadınlar herkes donmuş karların üstüne çömelmiş bekliyorlardı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Köylüler daha önce bu tür olaylara çok tanıklık etmiş olmalı ki, yüzlerinde bendeki kadar şaşkınlık yoktu. Yaşlıların dudakları kıpırdıyor durmadan dua okuyorlardı. Kalabalığın içinde bir çocuk var üşümüş arada bir ağlıyor, karanlığı yırtan sesi duyuluyordu, annesi sert bir şekilde azarlıyor, çocuk bir süre susuyor tekrar ağlama sesleri geliyor. Zaman geçtikçe çevremdeki kalabalığın içinde sigara paketi dolaşmaya başladı. Tütün kokusu ilk defa bana bu kadar güzel geliyordu, bana eski kaygısız zamanlarımı hatırlatıyordu. Aklım beni karın buzun içinden alıp Üsküdar sahilinde kız kulesi önünde oturduğum kayalara götürüyor. Sevdiğim kızla oturmuş çekirdek çıtlatıyoruz. Uzak bir düş gibi geliyor şimdi. O günleri yaşayıp yaşamadığım konusunda kendimden emin olamıyorum. Daha geçen yıl bu zamanlardı, üniversite son sınıftaydım. O zaman mezun olmak için can atıyordum. Bir an önce öğretmen olmak istiyordum. Ama şimdi keşke üniversite hiç bitmeseydi diyorum. Üniversite yıllarım sanki hiç yaşanmamış gibi uzak geliyordu şimdi. Üsküdar sahilinde Salacak’ta Defne ile ayaklarımızı denize uzatıp oturmuştuk. Mezun olunca hangi vilayete tayin olacağımızı merak ediyor, çeşitli tahminlerde bulunuyorduk. Defne İstanbul’da kalmak istiyordu. Yukarda Salacak yamaçlarında sıcak vanilyalı kek kokan, davetkâr sarı ışıklı pencerelerin olduğu apartmanların birinde evimiz olacak diyordu. Gönlü hep İstanbul’dan yanaydı. Ben ise Doğu’da bir vilayete gidelim orada hem şark hizmetini yaparız hem de asker öğretmen olup askerlik görevini hallederiz, sonra İstanbul’a geri tayin isteriz diyordum. Hangi vilayete çıkarsa çıksın yeter ki göreve başlayalım da gerisi kolay diyordum. Zaten pamuk ipliğine bağlı olan ilişkimiz bu mesele üzerine iyice zayıfladı. Defne varlıklı bir ailenin kızıydı. İstanbul dışında bir yerde yaşayamam derdi. Tercihlerine sadece İstanbul yazdı. Ben ise tayin hakkımı riske edemem deyip Doğu illerini sıralamıştım. Bunun üzerine aramız açıldı. Defne küsüp benimle bağlantısını kesti. Kabul ediyorum ikimiz ayrı dünyaların insanlarıydık. Atamam gerçekleştikten sonra o günkü tartışmaların anlamsızlığını anladım, halen kendimi affedemiyorum.
Bu akşamki manzara kimin aklına gelirdi ki. Donmuş karın üstünde diz üstü çömelmiş çatışmanın bitmesini beklerken aklım beni mutlu günlerime geri götürmüş bu yaşadığın aslında bir yalandır demeye getiriyor gibi beni güya teselli ediyordu. Çocuk ağlama sesleri, tütün kokusu, köylülerin kendi aralarında fısıldaşması dışında karlı bir vadide yana yatmış bir kalabalık ile beraber ıssızlığın içinde bekliyorduk. Karanlıkta bazen duyulan köpek sesleri yakınlarda bir yerde bir köyün olduğunu bildiriyordu. Karanlıktaki o köyün evlerinde çoluk çocuk neşe içinde toplanmış televizyon izliyorlardı, belki yer sofrasında akşam yemeği yeniliyordu.
Köylülerim kendilerinden ziyade benim için endişeleniyorlardı. Muhtarın yaşlı annesi Berfo nene sessizce ağıtlar yakıyor, bana bakarak uzun uzun ağlıyordu. Hem bana hem de belki kendi çocuklarını birer ikişer hiç acele etmeden aklına getirip biraz da onlara ağlıyordu. Kar buzun içinde o yaşlı kadında annemin sıcaklığını hissettim. Onun verdiği güçle kendime manevi bir kalkan bulmuş gibi içten içe seviniyordum. Silah seslerinin arttığı bir sırada, aynı zamanda minibüsçü olan muhtarın şefkatli sesi karanlıkta kulağıma ulaşıp “korkma seni vermeyiz” dedi. Bu nemli kısık sesle irkildim. Ne demek seni vermeyiz. Beni mi alacaklardı. Kalbim göğsümü yarıp boğazıma kadar geldi, orada çatlayacak gibi gümbürdemeye başladı. O ana kadar işin vahametini meğer anlamamışım. Öğretmenlerin rehin alınma ihtimali varmış. Daha önceleri bu köylerde öğretmenler rehin alınmış. Bazı köylüler kendilerini siper ederek öğretmenlerini vermemişler, bunları sonraki günlerde öğreniyorum. Muhtarın karanlıktaki nemli sesi kulağıma ulaştıktan sonra bir iki saniye içinde işin ciddiyetini kavradım, elim ayağım buz kesildi, sesimi yuttum, muhtara bir şey diyemedim, o ana kadar başıma topladığım hayallerim beni yalnız bırakıp uçtu gitti, korku sardı her tarafımı, Berfo nenenin ağıt sesi beni teselli etmeye yetmiyordu artık. Karanlıkta biteviye küçüldüğümü görüyordum. Yitip gitmek, kaybolmak, kanyonda anaç bir alıç ağacının içinde saklanan avuç kadar bir serçe olmak, yukarda boğazda yaşanan çatışmanın farkında olmadan öyle uzak yaşamak isterdim. Ben böyle bir serçe gibi tedirgin beklerken muhtarın nemli ve tütün kokan sesi ilçeye geri gidiyorsun minibüsten eşyalarını al dedi. Karanlıkta öteberinin içinde sırt çantamı buldum. Memlekette bıraktığım yaşlı annemi hatırlayarak muhtarın annesinin elini öptüm. Annemi bir daha asla görmeyecekmiş gibi özleyerek oradan ayrıldım.
Bir minibüs öğretmenleri alıp ilçeye geri getirmişti o gece. Uzun bir süre görev yaptığım köye güvenlik nedeniyle gidemedim. Kış aylarının bitimine kadar ilçede öğretmen evinde kaldım. İlçe milli eğitim müdürlüğü beni başka bir okula görevlendirmişti. Eski köyüme bir daha gidemedim. Çocuklara aldığım renkli tebeşir kutusunu uzun zaman çantamda sakladım. Belki köyüme giderim diye başka bir okulda kullanmaya kıyamadım. Kargaların tıkadığı bacasını açtığım, lojmanını boyadığım, sobasında her gün çayımı kaynattığım, kırık camlarını tamir ettiğim, tek derslikli okulumu, her gün tırnak mendil kontrolü yaptığım öğrencilerimi, fişleri kesip okumaya geçirdiğim öğrencilerimi, tıpkı isimleri gibi huyunu suyunu da ezbere bildiğim öğrencilerimi orada kar altında bıraktım.
Mustafa Alagöz
5.0
100% (4)