2
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
171
Okunma

Deniz, o ilk günkü gibi mavi değildi artık. Otuz yıl önce, bu kıyıdaki şimdi yıkılmış olan kafeteryanın önünde durduğunda, sular öyle turkuazdı ki, gökyüzü kıskanırdı sanki. Şimdi ise derin, hüzünlü bir kurşuniydi. Tıpkı onun saçları gibi. Rüzgâr, yıkılmış kafeteryanın önündeki ağacın dallarının üzerinde ıslık çalarken, ayaklarının altındaki kumlar, kayıp giden zamanın sayısız tanesi gibi sıyrılıyordu geriye. Her gelişinde, bu kumlar biraz daha eksilir gibiydi; tıpkı ömründen çalınan yıllar gibi.
Köyü küçük bir balıkçı kasabasının sırtını yasladığı tepedeydi. Pencerelerinden, daracık sokaklar, kırmızı kiremitli çatılar, en sonunda da sonsuz mavilik görünürdü. O pencerelerden biri, onun kalbinin kıblesiydi. Otuz yıl boyunca, o pencereyi gören bir başka taş evde yaşadı. Kasabanın en güzel manzarasına sahip, babasından kalan o evi, hiç satmayı düşünmedi. "Oradan onun penceresi görünüyor" demişti hep içinden. Bu, fedakârlıkların ilkiydi; köklerinden kopuş değil, kök saldığı toprağın görüntüsüne ömrünü feda edişti.
Gençliğinin diri baharındayken, uzak şehirler parıldıyordu ufukta. İş teklifleri, fırsatlar, hayaller... Hepsi birer geminin rıhtımdan ayrılışı gibi uzaklaştı gözünün önünden. "Dönerse, ben burada olmalıyım," demişti. Beklemek, onun için hareketsizlik değil, kendini sabitlemekti. Çalıştı, didindi, ama hep bu köyün tozlu sokaklarında, hayatın onu çağıran trenlerini duydu , ama binmedi. Orada, tek bir yolcuyu bekleyen muhafız gibi kaldı.
Yıllar, denizin üzerinden geçen bulutlar gibi akıp gitti. Köyü değişti. Yeni binalar yükseldi, eski yüzler kayboldu. O, hep aynı yerde, aynı bakışlarla, o pencereye takılıp kaldı. Sevdiklerinin düğünlerine gitti, onların çocuklarını kucağına aldı, cenazelerinde gözyaşı döktü. Ama hep bir parçası, o kafeteryanın içinde tanıştığı genç kızda kaldı. Başkalarının hayatlarına dokundu , ama o, kendi hayatının kumaşını hiç dokumadı; bekledi, sadece bekledi.
Fedakârlık, sessiz bir birikimdi onun için. Miras kalan verimli arazisini, yok pahasına sattı, çünkü bakmakla yükümlü olduğu vardı. Kendi rahatını, huzurunu, gençliğinin coşkusunu, hepsini sessizce bir kutuya koyup o kafeteryanın önündeki ağacın altına gömdü. Umut, o kutunun içinde bir mumdu; sönmesin diye nefesini hep ölçülü kullandı. Vazgeçtikleri, görünmez yara izleriydi sadece; iç kanamaydı.
Ve sonra, otuz yılın tortusunu taşıyan o gün geldi. Köyün dar sokaklarında, bir fısıltı yayıldı: O dönüyordu. Kalbi, gençliğindeki gibi delice çarptı göğsünde. Deniz, o sabah, otuz yıl öncesinin o imkansız turkuazına bürünmüş gibiydi. Umut, kanatlanmıştı içinde. Sonunda, beklediği an gelmişti. Tüm fedakarlıkların, sabrın, ömürden harcanan yılların karşılığını alacaktı.
İşte oradaydı. Otuz yılın izleri yüzünde, saçlarında, duruşunda. Zaman onu da değiştirmiş, ama gözlerindeki o derin, bilinmez ifade aynı kalmıştı. Kadın otobüsten indi dışarıya, denize, limana baktı. Gözleri, iskelede tek başına duran, saçları rüzgarda dağılan bekâr aşığına takıldı. Bir an. Sadece bir an. Göz göze geldiler. O anda, otuz yıllık bekleyiş, tüm fedakârlıklar, içinde birikmiş sitem, boşlukta asılı kaldı,
’’ Hep burada mı bekledin ’’ diye söze başladı. ’’Ama ben evlendim , çocuklarım var , artık yıllar önce daha reşit bile değilken babamı üzmemek için evlendiğim o adamın yanında duramadım , babamı ve annemi kaybettim ’’
Adam eliyle kadının dudaklarını kapatıp ’’Sus aşkım , hepsini biliyorum , ne olur sus ve bu anı yaşa , çünkü ,çocuklarına daha anlatmadığını da biliyorum , döneceksin değil mi ? ’’
Kadın başını öne eğdi ’’Evet , ama geri geleceğim , bekle beni ’’
Ve vücudu titreyerek tekrar otobüse bindi. Otobüsün penceresindeki yüz, hafifçe, neredeyse görünmez bir şekilde sallandı. Bir veda değildi tekrar merhaba demek için gidişti. Belki bir pişmanlık imgesiydi. Sonra, camı usulca kapattı. Perde sarsılmadan örtüldü.
O adım, atılmadı. Hiçbir zaman atılmayacaktı belki de.
İskelede kalan adam, ayaklarının dibine bakıyordu. Deniz, artık simsiyahtı. Otuz yıl önce bu kıyıya vurduğunda, cebinde sadece umut ve gençlik vardı. Şimdi, ceplerinde zamanın ağırlığı, yüreğinde ise geçen bir ömrün kavurucu boşluğu vardı. Başladığı noktada, aynı kumların üzerinde duruyordu. Ama kumlar kaymış, deniz kararmış, gökyüzü küsmüştü. Fedakarlık denilen devasa kütle, şimdi bir mezar taşı gibi çöküyordu üstüne. Emek? Boşa harcanmış nefeslerdi. Sevgi? Tek taraflı bir anıttı, üzerinde sadece kendi adı kazılıydı.
Köyün ışıkları birer ikişer yanarken, o hâlâ orada, iskelenin sonunda, denize sırtını dönmüş, o karanlık pencereye bakıyordu. Rüzgâr, eski bir ağıt gibi uluyordu kulaklarında. Otuz yıllık bekleyişin son darbesi, bir adımın eksikliğiydi. Ve hayat, ona şunu öğretiyordu: "Harcadığın ömür, seni hep aynı yere getirdi: Bekleyişin başlangıcına. Tek farkla, artık umut bir adım ötende,. Sen bekledin adımı atacak olan o...
Dediğini yapıp dönecek miydi aşkına ?
Kim bilir...
Çağdaş DURMAZ
KADIN İSİMLİ YAZMIN KARŞI VERSİYONU...
5.0
100% (1)