Kötülük etmeden pişman olmanın en iyi şekli, iyilik etmektir. bretonne
Hakan Yozcu
Hakan Yozcu

Adıyaman Düğünü

Yorum

Adıyaman Düğünü

0

Yorum

3

Beğeni

0,0

Puan

230

Okunma

Adıyaman Düğünü

Mahmut Bal ile ilk defa 1984 yılında Erzurum’da tanışmıştık. Adıyamanlı, temiz, dürüst ve pırlanta gibi genç biriydi Mahmut. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kayıt yaptırmıştık.
Okulun açıldığı ilk günde, dersleri işleyeceğimiz sınıfın önünde sohbet ediyorduk. Kıbrıs’tan geldiğimi öğrenince şaşırmıştı: “Gardaş, Kıbrıs nere, Erzurum nere? Arada deniz, dağ, ovalar, şehirler var. Kıbrıs’a daha yakın bir yere gitsen olmaz mıydı? Mersin, Adana, Antalya gibi” demişti. “Bizim için her yer aynı. Vatanın her karış toprağı bizim için kutsaldır. Önemli olan okumak ve halka en iyi şekilde hizmet etmek” demiştim. “Vay benim gardaşım! Ne güzel gonuştun öyle. Gel sana bir sarılayım.” demişti. Ondan sonra bir daha da hiç ayrılmadık Mahmut ile…
4 yılımız hep birlikte geçti. Acımızı, derdimizi paylaştık. Anadan, babadan uzaktık. “Gurbet acı” derler ya, biz o acıyı en şiddetli şekilde yaşamıştık.
Gün oldu, parasız kaldık. Gün oldu, aç kaldık. Gün oldu, hasta olduk. Gün oldu, neşelendik. Gün oldu, üzüldük. Gün geldi, çeyrek ekmeğimizi, bir tas çorbamızı paylaştık. Gün geldi, cebimizde kalan son parayı kuruşu kuruşuna kardeş payı ettik.
Dört yılın sonunda mezun olup ayrılırken ağlaya ağlaya ayrıldık. Birbirimize sarılmış, kenetlenmiş ve bir türlü kopamamıştık.
Ah o yıllar! İnsan unutamıyor bir türlü. Hep o yıllarda kalıyor. Gözler bazen buğulanıyor. Yaşlar aşağı doğru süzülüyor. İnsan, özlemle o günlere tekrar geri dönüyor.
Kaç yıl oldu ayrılalı bilmiyorum. 30 yılı geçmiştir. Bu süre içinde kısa da olsa bir iki defa görüşmüştük. Ama içimizdeki o özlem hiç bitmemişti.
Bir gün Mahmut telefonla aradı: “Gardaş, Oğlanı evlendiriyorum. Çok uzaktasın ama seni davet etmesem içim rahat etmez. Uyarsa beklerim. Ama yok, çok uzak, ben gelemem dersen de canın sağ olsun. Hiç gücenmem bilesin.” dedi.
“Ne demek?” dedim Mahmut’a: “Benim gardaşım oğlan evlendirecek de ben gitmeyeceğim öyle mi? Ya Mahmut, senin düğününe gitmem de kimin düğününe giderim gardaş. Sen, benim gardaşlarımdan da ötedesin. Senin düğününe gelmemem için ancak ölüm olması gerekir.” dedim.
Çok sevindi Mahmut. Tarih verdi. Ertesi gün hemen gidip Gaziantep’e bilet aldım. 12 Ekim’de sabah saat 10.00’da Antep Havaalanında olacaktım. Mahmut: “Ben oğlanı gönderirim, seni alırlar.” dedi. “Gerek yok, ben gelirim.” dediysem de dinlemedi.
O gün küçük oğlu Yunus İle Damadı gelip beni Havaalanından aldılar. Sohbet ede ede Adıyaman’a hareket ettik. Her ikisi de çok efendi, çok saygılı idiler. Yunus, öğrenci idi, okuyordu. Damat, Üniversite mezunu. Öğretmen kökenli. Ama o polislik mesleğini tercih etmiş. Polis olmuş. Tatvan’da polis memurluğu yapıyor.
Uzun uzun konuşuyoruz. Ben, üniversite yıllarımızdan söz ediyorum. Mahmut ile yaşadığımız komik maceraları dile getiriyorum. Çektiğimiz dertleri, acıları, sıkıntıları anlatıyorum. Ve bütün bunların bizi birbirimize sıkı sıkıya bağladığını, bu nedenle ayrılmaz, kopmaz bir bütün olduğumuzu anlatıyorum.
Birkaç saat sonra Adıyaman’a giriyoruz. Bu, benim Adıyaman’a üçüncü gelişim. İlk defa üniversite birinci sınıfta iken Kıbrıs’tan okula giderken gelmiş, Mahmut’un Köyü’nde misafiri olmuştum. Halk arasında “Zey Köyü” olarak bilinen bu köyün diğer adı “İndere Köyü” idi.
Zey Köyü, Adıyaman’a 7 kilometre kadar uzaklıkta bir mesafedeydi. Arada kocaman, bana dağ gibi görünen, bir tepe vardı. O zamanlar bu tepe, ben, yine de dağ demek istiyorum, kuş uçmaz, kervan geçmez bir taş ve toprak yığını idi. Taştan, çakıldan ve kurumuş bir iki ağaçtan başka bir şey görünmüyordu.
Adıyaman’dan gidebilmek için bir araç bulamamıştım. Köy yolu taşlık ve bozuk diye hiçbir araç gitmiyordu bu köye. Sadece bir taksi şoförü: “Gardaş, oranın yolu bozuk. Kimse aracını o yola vurmaz. 10 lira kazanacağım diye, yüz lira zarar etmek istemez. Ama fiyatın iki katını verirsen ben seni götürürüm. Bunu da fırsatçılık olarak görme. Neticede aracım zarar görecek.” demişti. Ben de çaresiz kabul etmiştim.
Köy, genelde taş ve topraklardan yapılmış evler ile doluydu. Ortadan bir dere geçiyordu. Köyün hemen girişinde bir ilkokul vardı. O zamanlar için bu modernlik, gelişmişlik anlamına geliyordu. Çünkü birçok köyde ilkokul dahi yoktu.
İlk dikkatimi çeken evler olmuştu. Birçok kişi damlarda büyük bir taşa bağlı bir ipi sıkıca tutup çekiyordu. İpin arkasında büyük, uzun, yusyuvarlak, dönen büyük bir taş bağlıydı: “Bu ne?” dediğimde Mahmut: “Bunlar toprak düzeltme taşı. Bazı yerlerde loğ diyorlar. Haftada birkaç kez bu taşlar, damın üzerinde gezdirilerek toprak sıkıştırılıyor. Böylece yağmurlu havalarda evin akması önleniyor. Eğer bu işi yapmazlarsa evin damı, mutlaka akar. Odalar su ile dolar” demişti.
Sonra köy camiine vardığımızda caminin yanında akan derede köylü kadınların çamaşır yıkadıklarını görmüştüm. Mahmut: “Köylüler, çamaşırını hep burada toplu halde yıkar. Şu, yan yana gördüğün kulübeler de umumi hela. Yani köylülerin ortak olarak kullandıkları tuvalet” demişti. “Tuvaletler niye evlerde değil?” diye sorduğumda: “Ooo gardaşım çok şey istiyorsun. Bu bile köyümüz için lüks. Birçok köyde tuvalet bile yok. O nedenle bizim köy oldukça modern sayılır.” demişti. Öyle deyince ben şaşırmış ve sormuştum: “Köylüler tuvaletlerini nerede yapıyor?” Mahmut da gülerek eliyle ovayı göstermiş: “De get, gözün görmediği her yer tuvalettir.” demişti. Gerçekten çok şaşırmıştım. Ve anlattıkları gerçekten de doğruydu.
Camii, tarihi bir camii idi. Hemen altında yine Osmanlı döneminde yapılmış tarihi bir köprü bulunuyordu: Tarihi Zey Köprüsü. 17. Yüzyılda yapılmış. 16.40 metre uzunluğunda ve 3.75 metre genişliğindeymiş. 2017 yılında restore edilmiş. Şöyle bakınca Mostar Köprüsünü andırıyordu.
Adıyaman’a ikinci gelişim ailemle birlikte olmuştu. Çocuklar o zaman çok küçüktü. Mahmut’a ziyarete gitmiş ve iki gün kalmıştık. İkinci gittiğimde şehir daha derli toplu ve modern bir görünüm kazanmıştı. İlk geldiğim şehir adeta değişmiş, batıdaki büyük şehirlerle boy ölçüşebilecek bir duruma gelmişti.
Ama üçüncü gelişim için bunları diyemeyeceğim. Çünkü şehir bu defa küçülmüştü. Birçok evler yoktu. Yerleri boş arazi olarak kalmıştı. Bunun nedeni iki yıl önce yaşanan deprem idi. Bu deprem Adıyaman’ın kaderini etkilemişti. Ortada şehir diye bir şey bırakmamıştı. Şu an bile bunu hissedebiliyorduk. Görüntü çok acı vericiydi…
Mahmut’un evine geldik. İçerisi kalabalık. Malum düğün evi. Gelen giden çok olur. Mahmut, beni görünce “Vay benim gardaşım! Hele sen hoş gelmişsin” diyerek bana sarılıyor. Kucaklaşıyoruz.
İçeri geçip yerleşiyoruz. Hoş geldin fasılı biraz uzun sürüyor. Çünkü ev oldukça kalabalık. Valizimden hanımın gönderdiği hediyeleri çıkarıp veriyorum. Çay, kahve ve gençlere düğün hediyesi bunlar…
Bu fasıldan sonra çaylarımız geliyor. Zaten çay evde hiç eksik edilmiyor. Adeta her zaman ocakta çaydanlık kaynıyor. Gelen misafire anında çay veriliyor. Hem de taze taze…

Mahmut’la oturup uzun uzun konuşuyoruz. Eski günleri, eski dostları yad ediyoruz.
Konu dönüp dolaşıp depreme geliyor. Hep birlikte depremi, depremin verdiği acıyı, sıkıntıları konuşuyoruz. Mahmut, o gece yaşadıklarını tekrar yaşayarak anlatıyor:
“O gece hepimiz acıyı, korkuyu, çaresizliği yaşadık. Soğuktu. Yer yerinden oynuyordu. Evler, duvarlar sallanıyordu. Birçoğu gözümüzün önünde yıkılıp yok yoldu. Harabeye döndü. Dışarı nasıl kaçtığımızı bile hatırlamıyorum. Her yer ana baba günüydü. Savaş alanı gibiydi. Mahşeri biz, o gece yaşadık. Bağıranlar, çağıranlar, ağlayanlar, annesini, babasını, çocuğunu arayanlar, bulamayanlar ile doluydu her taraf. Herkes çaresizliği yaşıyordu. Umut yoktu kimsede. Sadece boş, umutsuz gözlerle yerleri kazıyor, temizliyor, elleriyle taşları kaldırıp atıyordu. Bir canı sağ kurtarabilir miyiz umuduyla insanüstü bir çaba harcıyordu herkes.
Hava, buz gibiydi. Hafiften kar da atıştırıyordu. Ama kimse bunu hissetmiyordu. Yürekler alev gibiydi zira. Yanıyordu herkes. İçin için yanıyordu. Soğuğu kim takardı?” diye anlatıyor.
Yıkılan evlerin yeri ya boş kalmış; ya da yapılmaya başlanmış ve fakat inşaat olarak kalmıştı. Mahmut: “Gardaş Adıyaman olarak çok acı çektik. Birçoğumuzun evi yıkıldı. Evsiz, barksız kaldık. Birçoğumuzun yakınları enkaz altında kaldı. Birçok aile tamamen yok oldu. Anlayacağın Adıyaman, birdenbire oldu Acıyaman”
Anlattıkça anlatıyordu Mahmut: “O gece bacanaklarım bizdeydi. Tüm aile sohbet ettik. Sonra gidelim dediler. Ben de geç oldu. Bu gece burada kalın dedim. Yok olmaz dediler. Ben, ya ne olacak, yarın gidersiniz dedim. Gitmekte niyetliydiler. Nedense ben de çok ısrar ettim. Israrımı kırmadılar. Allah’tan iyi ki ısrar etmişim. O gece deprem oldu. Sağımdaki solumdaki evler hep yıkıldı. Bir tek benim ev ayakta kaldı.
Ertesi gün bacanakların evine gidip baktık. Yerinde yerler esiyor. Yıkılmış, yerle bir olmuş. Haraptan da öte… Bacanak, her şeyde bir hikmet var. Demek ki akşam ki ısrarlarının hikmeti buymuş, dedi. Sonra benim bağ evine gidip baktık. Ona da bir şey olmamış. Sağlam duruyor. Hep beraber ortalık yatışana kadar orada kaldık. Tehlike tamamen geçince döndük. Şükürler olsun biz kurtulduk. Ama akrabalardan çok kayıplarımız oldu. Sevdiklerimiz, canlarımız, yakınlarımız toprak oldu. Mekanları Cennet olsun” dedi.
Biz de tüm kaybettiğimiz vatandaşlarımıza dualar okuduk.
Mahmut’un çektiği acıyı, derdi çok iyi anlıyordum. Ama aynı acıyı Kıbrıs Türk toplumu olarak biz de çekmiştik. O yıl, voleybol şampiyonu olan Mağusa Maarif Koleji öğrencilerimizi ve öğretmenlerimizi bu depremde kaybetmiştik.
KKTC Şampiyonu olan voleybolcularımız, Türkiye Şampiyonası için Adıyaman’a gelmişler ve ilk maçlarını da galibiyetle neticelendirmişlerdi. Şampiyonlarımız bu zafere çok sevinmişlerdi. Öğretmen ve öğrencilerimiz salonda bir daire oluşturmuşlar ve galibiyetin sevincini kenetlenerek bütün gönüllerince yaşamışlardı.
Nereden bileceklerdi ki bu son galibiyetleri olacak, bu son sevinmeleri olacak. Birbirlerine son sarılmaları olacaktı…
O gece, Adıyaman’a bir acı çöktü. Önce şiddetli bir soğuk vurdu Adıyaman’ı. Kar, alabildiğince yağdı şehrin merkezine. Gecenin ilerleyen vakitleriydi. Dünya sallandı birden. Adıyaman titredi… İnsanlar uykuda hazırlıksız yakalandı. Kısa bir süre içinde şehir toz dumana karıştı gecenin karanlığında. Şehir diye bir şey kalmadı. Hayat durdu o vakit… kalpler atmıyordu… Nefesler alınmıyordu… Canlar yok oluvermişti birdenbire…
Çocuklarımız İsias Otel’de kalıyordu. İsias Otel onların son kaldıkları mekân oldu. Acı oldu, kan oldu… Yüreklerimiz onlara yandı. Ah İsias gönlümüzde hiç geçmeyecek, asla iyileşmeyecek bir yara oldu…
Mahmut: “Gardaş emin ol en çok onlara yandık. Onlara en az sizin kadar üzüldük. Onları duyunca kendi acımızı unuttuk. Masumların ne günahları vardı? Kadere bak ki o geceye denk geldiler. Yazık oldu. Allah hepsinin mekanını cennet etsin. Onları asla unutmayacağız. Kendi evlatlarımızdan hiç ayırmayacağız. Her duamızda onlar için de dua edeceğiz. Kolay değil. Ailelerine sabır diliyorum.” dedi.
Mahmut’a dönüp: “Bu olay, bizde de çok derin izler bıraktı. Mağusa’da birçok kişinin yakını bu depremde can verdi. Benim komşum olan bir öğretmen arkadaşım, yine birlikte çalıştığım başka bir öğretmen arkadaşımın eşi ve çocuğu bu depremde can verdiler. Hepsi tanıdığımız, her gün karşılaştığımız, gördüğümüz insanlardı. Neredeyse tüm Mağusa aynı durumda oldu. Yani Kıbrıs nere Adıyaman nere? Ama insan kaderinde yazılanı yaşıyor işte. Kaderin önüne de geçilemiyor. Sen kalk Kıbrıs’tan çık gel, Adıyaman’da depremi yaşa. Gerçekten çok zor. Bunu ancak yaşayan anlar.” dedim.
Mahmut, “Allah hepsinin mekanlarını Cennet eylesin. Milletimize bir daha böyle bir acı yaşatmasın.” dedi.
Bu acı dolu, duygu dolu konuşmadan sonra kalkıp araca gittik. Konuştukça acılar tazeleniyor, yürekler daha da çok alevleniyordu. Zamandan başka bir ilacımız yoktu. Zaman her şeyin ilacı derler o nedenle…
Akşam kına gecesi yapılacak. O nedenle gidip mekanı bir ziyaret ettik. Eksik olan bir şey var mıydı? Veya bir şeye ihtiyaç duyuluyor muydu? Onu öğrenecektik.
Adıyaman’da düğünler bizim bildiğimiz düğünlerden farklı oluyor. Cuma günü Kına Gecesi yapıyorlar. Kına Gecesini kız evi organize ediyor. Erkek evi buna pek karışmıyor. Kız evi nasıl dilerse öyle yapılıyor.
Bazı yerlerde kına gecesine erkekler gitmez. Ama burada erkekli kızlı yapılıyor. Yani müşterek olarak gidiliyor. Ama ben şunu gördüm. Kadınlar salonun içinde kendilerine gösterilen yerlere oturuyor, erkekler ise gruplar halinde dışarı kurulan masalarda sohbet ediyor. Mekân sahibi misafirlere durmadan çay ikram ediyor. Soğuktan mı bilemiyorum çok çay içiliyor…
Gecenin ilerleyen vakitlerinde kına yakılacak. Biz de salona geçiyoruz. Halaylar çekiliyor. Burada halaylar, erkekli kadınlı yan yana uzun bir saf oluşturularak yapılıyor. Genelde oyun tarzları hep aynı. El ele tutuşuyorlar. Yan yana geliyorlar. Davul ortada güçlü bir şekilde çalıyor. Oyuncular ellerini aşağı yukarı sallıyor. Ayakları iki ileri bir geri hareket ediyor. Salon içinde dönerek oynuyorlar.
Kapıda bir aile beliriyor. Baba, bana gülerek yaklaşıyor. Yaklaşınca adamı tanıyorum. Mahmut’un bacanağı İsmail Kalaylı Bey.
İsmail Bey’in oğlu, Kıbrıs’ta Gazimağusa’da okudu. Diş doktoru oldu. Tanışmıştık. Onları, Mağusa’yı ve Maraş’ı gezdirmiştim. Oğlu da yanındaydı. Her ikisi de çok içten ve samimi davrandılar. “Adıyaman’a hoş geldiniz. Sizi burada görmek de nasip oldu. Bize de bekliyoruz.” dediler. Hep birlikte içeri geçip bir masaya oturduk.
Salonda durmadan gezip dolaşana biri var. Yaşlıca, uzun boylu, güleç biri. Bu, İsmail Bey’in ağabeyi Durmuş Beyden başkası değil. Malatya’dan gelmiş düğün için. Şen şakrak bir insan. Dost yanlısı biri. Boşta gördüğü her kişinin yanına gidiyor, Ellerinden tutup zorla oyuna kaldırıyor. Kendisi de oyuna kaldırdığı kişiye önce eşlik ediyor, sonra onu halay grubunun içine ekliyor. Durmuyor. Hedefine başka birilerini seçiyor.
Ve nihayet o hedeflerinden biri de ben oluyorum. Oturduğum masaya geliyor. “Kıbrıs’tan gelmişsin. Arkadaşının düğününde oynamadan mı gideceksin?” diyor. Ellerimden tutup beni zorla kaldırıyor. Ben, ısrarla karşı geliyorum. “Buranın kültürünü bilmiyorum. Biz, halay çekmesini bilmeyiz” diyorum. “Bahane yok. Oynamadan göndermem.” diyor. Kurtuluşum yok. Zaten kimse onun elinden kurtulamadı. İlerleyen yaşına rağmen, o kadar hızlı, o kadar dinç ve o kadar çevik ki şaşırmadan edemiyoruz…
Vakit gelince damat ile gelini ortaya alıyorlar. Evden kınalar getiriliyor. Gelinin başına kırmızı renkte bir tülbent geçiriyorlar. Damadın kafasına da yeşil renkte ve üzerinde ay yıldız olan bir örtü geçiriyorlar. Bir bayan mikrofonu eline alıp yanık yanık türküler okuyor. Gece sonunda gelin ağlıyor. Ağlamadan sonra gelini sahneye alıyorlar. Elinde bir su testisi bulunuyor. Müzik eşliğinde gelin oynamaya başlıyor. Müziğin ritmine göre dans ediyor. Müzik biter bitmez elindeki testiyi yere çalıyor. Testiyi güçlü bir şekilde yere atması gerekiyor. Testi mutlaka kırılmalı…
Gelin, testiyi yere çalıyor. Testinin içinden yemişler, kınalar ve bozuk paralar çıkıyor. Çocuklar testinin kırılmasını görünce sahneye fırlıyor. Artık kim ne kaparsa. Büyük bir cümbüş kopuyor. Vakit, çocukların vakti. Parayı kapanlar mutluluktan deliye dönüyor. Kapamayanlar en azından yemiş veya kına kapmayı bir kar olarak görüyor.
Kına Gecesi de böylece sona ermiş oluyor. Resimler çekiliyor.
Gece, bitmiyor. Salondan çıkıştan sonra erkek evine gidiliyor. Adettenmiş, burada çiğ köfte yapılacak ve çay eşliğinde yenecek.
Çiğköfteyi gençler yapıyor. Daha ziyade evlenme adayı olan gençler yapıyormuş bu işi. Çiğ köfteyi yapmayı hemen hepsi biliyor. Anadan babadan görmüşler. Çocukluktan gelen bir alışkanlık. Yani bir anane, gelenek görenek…
Bir de övünerek söylüyorlar: “Çiğköftenin anavatanı Adıyaman’dır. Hiç kimse Adıyaman çiğköftesini yapamaz”
Gerçekten de çok güzel çiğ köfte yapıyor gençler. Yanında marul var. Bazıları yufka ekmek arasına alıp yiyor. Çay, yanında mükemmel bir arkadaşlık ediyor. Tabii bütün bunların yanında sohbet…
Sohbetsiz olmaz. Benim, Kıbrıs’tan geldiğimi öğrenenler Kıbrıs’ı soruyor bana. Yaşamı, hayatı, pahalılığı soruyor. Haftaya yapılacak olan seçimi soran var. “Kim kazanır?” diye soranlar hayli çoklukta. Ben de dilim döndüğünce anlatıyorum durumları…
Gecenin sonunda Mahmut, beni, kaldığım otele götürüyor. Uzakta değil, yakın. Şehrin biraz dışında bir tepenin üzerinde bir otel. Öyle yorulmuşum ki kendimi hemen yatağa atıyorum. Başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalıyorum…
Kahvaltı sabah 10’da bitiyor. O nedenle yetişmek gerek. 9’da uyanıyorum. Kahvaltıya iniyorum. Pek kimse yok. Sakin bir şekilde kahvaltımı yapıyorum.
Mahmut arıyor. “Gardaş geliyorum. Aşağı in” diyor. İnip bekliyorum. Geliyor. “Bugün en rahat günümüz. Hadi seni bağ evine götüreyim” diyor.
Bağ evi dediği yer Zey Köyü eteklerinde bir bahçenin içine yapılmış ev. Sözünü etmiştim. Bahçe dediysem öyle küçük bir bahçe sanmayın. 12 dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş bir bahçe burası.
Genelde zeytin ağaçları ekilmiş. Ama sadece zeytin değil. Birçok meyve ağacı ekmiş Mahmut. Erik, elma, armut, mersin, nar… aklınıza ne geliyorsa var…
Üst kısmını üzüm bağı yapmış. Oraya doğru yürüdük. “Sana bir sürprizim var” diyor. Bir asmayı delikli bezlerle sarmış. Asmanın üzümlerini böylece korumaya almış. Üzerinde hala birkaç salkım üzüm var. Sargıyı kaldırınca altın sarısı renginde üzümler ortaya çıkıyor. Adeta “Beni yiyin!” diye haykırıyor. Mahmut, koca bir salkım koparıyor: “Bunu senin için ayırdım. Geleceğini biliyordum. O nedenle koruyup sana sakladım.” diyor.
Üzümü alıp az ilerdeki su kuyusuna gidiyoruz. Mahmut anlatmaya devam ediyor: “Buraya su kuyusu yaptırdım. Tüm bahçeye yetiyor. 2 veya 3 saat akıyor. Ertesi gün tekrar doluyor. Su sıkıntısı çekmiyorum. Burayı babam, sağlığında birkaç ineğe almış. Çorak demişler, taşlı demişler, burada mahsul olmaz demişler, deli misin, burasını alıp ne yapacaksın, demişler. Ama o, kimseyi dinlememiş. En azından kendime ait bir tarlam olur demiş. Rahmetli olunca da burayı, kardeşlerimden kimse almak istemedi. Bana verin dedim, aldım. Çalıştım, çabaladım, uğraştım. Bıkmadım, usanmadım… Her hafta sonu, her tatilde buraya geldim. Bir iki yıl içinde temizleyip bu gördüğün ağaçları diktim. Her türden ağaç diktim. Zeytine ağırlık verdim. Birkaç sene sonra meyve vermeye başladılar. Bundan sonra artık yüzümü güldürürler. Şükür olsun, bu duruma getirdim. Burada çalışırken beni gören gülüyordu. Kendini fazla yorma hoca, bu taşlık araziden bir şey olmaz diyorlardı. Ama ben sabrettim. Azmettim. Bugün, olmaz denilen yerden her yıl ürün alıyorum. Zeytine, meyvelere ve yağa para vermiyorum. Bu seneden sonra bir şeyler de kazanırım.” diyor.
Gerçekten de azmin, sabrın ve çalışmanın ürününü fazlasıyla almış. Çölü cennete çevirmiş. Olmaz denileni oldurmuş. Mahmut kardeşim, sabrın sonunda neler olacağını herkese göstermiş.
Bağ evi tam anlamıyla dayalı döşeli bir ev. Ocağı, sobası, yatacak yeri, banyosu, tuvaleti, TV’si ile dört dörtlük bir ev. Traktör bile almış Mahmut…
Kileri de yiyeceklerle doldurmuş. Fasulye, pirinç, bulgur, makarna, çay, kahve ne ararsanız buluyorsunuz. Hiçbir şeyi eksik etmemiş. Gidince rahatlıkla 10 gün sıkıntısız kalabilirsiniz.
Mahmut güzel bir çay demliyor. Çayın yanında bisküvi getiriyor. “Sen, çayı kuru kuru içmeyi sevmezdin” diyor. Hala unutmamış. İşte gerçek dostluk bu olsa gerek…
Çayı içerken hep okul yıllarını konuşuyoruz. Arkadaşları, yaşadığımız sıkıntıları ve güzel günleri konuşuyoruz. Unuttuğumuz bazı olayları birbirimize hatırlatıyoruz…
Vakit o kadar çabuk geçiyor ki biz farkına dahi varamıyoruz. Akşam yaklaşırken, kalkıyoruz. “Misafirler gelebilir. Onlara ayıp olmasın” diyoruz.
Bağ evinden ayrılıp Zey Köyünden geçiyoruz. Mahmut yaşadıkları evin önüne getiriyor beni. “Burasını hatırladın mı?” diyor. Bakıyorum etrafıma. Camiyi ve tarihi köprüyü hatırlıyorum. Önünde durduğumuz yer boş bir arazi.
Mahmut “Bu arazi bizim evdi. Hani şu loğ çektiğimiz damda yattığımız ev. Gece damda yatarken, eşekler anırıyordu, sen de eşeklere susun lan, bir uyutmadınız diyordun. Ben de sana dönüp gülerek, eşek onlar, eşek. Eşeklerle mi kavga ediyorsun demiştim. İşte burası o ev.” dedi.
Ev diyordu ama ortalıkta ev yoktu. “Ev nerde?” dedim. “Depremde yıkıldı. Bu köyün evlerinin çoğu yıkıldı. Bak, şu karşı tepeyi görüyor musun? Devlet oraya konutlar yaptı. Evleri yıkılan köylüler oraya yerleşti. Şu yola iyi bak. Senin ilk geldiğinde taş, toprak idi. Şimdi son derece modern, asfalt yol. Köylüler de gayet güzel evlerde yaşıyor.” dedi.
Kısaca Zey Köyünü çağ atlamış olarak gördüm. Köy eski yerinde duruyor ama köylülerin çoğu yeni yerleşim yerine taşınmışlar. Burada da yaşayanlar hayli çoğunlukta…
Az ilerde meşhur, ziyaret yeri görünüyor. Burası Şeyh Abdurrahman Erzincanî Türbesi. Kutsal sayılan bir ziyaret yeri. Mahmut: “Çok ziyaretçisi oluyor. Bilinen, tanınan bir türbe.” diyor.
Zey Köyünden çıkıp, tepeye tırmanıyor ve Adıyaman’a doğru hareket ediyoruz.
10 dakika içinde Adıyaman’da oluyoruz. Tatvan’dan misafirler gelmiş. Damadın amcası ve ailesi.
Tanışıyoruz. “Ben Hacı Gülmez. Tatvan’dan geliyorum. Damadınızın amcasıyım” diyor. Güler yüzlü, dost yanlısı bir insan. Konuşurken sevgi ile konuşuyor ve insana güven veriyor. Tatvan’da lokantası varmış. Onu işletiyormuş. Hali vakti yerinde biri olduğu her halinden belli oluyor. İçinde bulunduğu duruma hep şükrediyor.
Hacı Bey ile kısa zamanda çok iyi bir dostluk kuruyoruz. Bizleri mutlaka Tatvan’a davet ediyor. “Buyurun gelin, misafirim olun. Tatvan çok güzel bir yerdir.” diyor. Teşekkürle karşılıyoruz bu daveti. “Uzak olduğunu, oraya zor gidebileceğimizi” söylüyorum. “Hiç öyle deme. Kısmette ne varsa o olur. Allah yazdıysa mutlaka bir gün çıkar gelir, misafirim olursunuz. Kısmetten öteye gidilmez” diyor.
Gecenin ilerleyen vaktine kadar sohbet ediyoruz. Sonra dinlenmek için otele gidiyoruz. Yorgunluktan yatağımızı yine çok seviyoruz.
Ertesi gün düğün günü. O nedenle bir telaş var. Herkes bir şeyler yapıyor. Damat, gelini ve gençleri kuaföre götürecek, Sonra resimciye gidip resimler çekilecek. Akşamın belirli bir saatinde evde buluşup düğün salonuna konvoy halinde gidilecek.
Düğün akşamın ilk saatlerinde başlıyor Adıyaman’da. Bunun nedeni düğünden önce salonda bir mevlit okutuluyor. İmam önceden ayarlanmış. Belirtilen saatte geliyor. Kendisine ayrılan köşeye geçip mikrofon eşliğinde bir saat süren mevlit okuyor. Erken gelenler mevlidi dinliyor.
Masalar, salonda oldukça yer kaplıyor. Geniş bir kitleyi alıyor salon. Her masada 10 kişi rahatlıkla oturabiliyor.
Mevlit bitiminde imam salondan ayrılıyor. Garsonlar masalara yemek getiriyorlar. Oldukça fazla garson var. Genelde hep gençler. Hemen hepsi aynı tip elbise giymiş. Giydikleri tişörtlerin üzerinde de çalıştıkları salonun amblemi bulunuyor.
Yemek listesinde, kuru fasulye, et kavurma, pilav, salata ve tatlı bulunuyor. Mahmut bunu görünce kızıyor: “ Ya ne kuru fasulyesi? Ben özel kebap sipariş etmiştim.” diyor. Görevli birine patronun gelmesini söylüyor. Biraz sonra patron geliyor. Mahmut durumu izah ediyor: “Biz fasulye için anlaşmamıştık. Özel kebap yapacaktınız. Fiyatı ona göre verdim” diyor. Patron büyük bir mahcubiyet içinde özür diliyor. Ellerinde olmadan listenin başka bir düğün listesiyle karıştığını, aradaki farkı tekrar iade edeceğini söylüyor. Bu özür üzerine Mahmut anlayışla karşılıyor. “Neyse bunda da vardır bir hikmet” diyor.
Yemekler yeniyor. Oyun faslı başlıyor. Burada oyunlar neredeyse hep aynı biçimde oynanıyor. Kadınlı erkekli 20, 30 kişi hatta daha fazla insan yan yana duruyor, el ele tutuşuyor ve davulun ritmiyle ellerini aşağı yukarı sallayarak salonda daire biçiminde dönerek oynuyorlar. Bu hep böyle devam ediyor.
Zaman geçiyor. Ben, takıların takılma anını bekliyorum. Ama salon neredeyse boşaldı. Kimse takı falan takmadı. Anlamıyorum. Bunu sorup nedenini öğrenmem gerek. Zira biz Kıbrıs’ta sıraya geçer, büyük bir kuyruk oluşturup gelin ve damadın yakalarına para takarız. Bu uzayıp gider. Ama burada böyle bir şey yok. Şu ana kadar göremedim…
Diş Doktoru Mikail Kalaylı kardeşimi yakalayıp soruyorum bu durumu. O da Kıbrıs’ta okuduğu için Kıbrıs düğün geleneklerini biliyor. Bana: “Ağabey bizim burada sizin gibi kuyruk yok. Kapıda aileden güvenilir birileri oturur. Herkes eve giderken bu kişilere adını soyadını ve vereceğini deftere yazdırır. Gider. Bu işi de annemle babam yapıyor. Şu an kapı önünde masadalar. Takını gidip onlara ver, adını ve takını yazsınlar” diyor.
Ben de söylediği gibi kapıya gidiyorum. Gerçekten İsmail Bey ve karısı kapının hemen yanına bir masa koymuşlar oturuyorlar. İnsanlar da takılarını verip adlarını yazdırıyorlar. Ben de sıraya geçip takımı İsmail Bey’in hanımına veriyorum. İsmail Bey de adımı, soyadımı ve takımın ne olduğunu deftere yazıyor. Böylece son görevimizi de yerine getirmiş oluyoruz.
Oyunlardan sonra el ayak çekilmeye başladı. Artık düğünün sonuna gelmiştik. Bitiyor sandım. Ama bitmiyormuş.
Adıyaman’da gelenek imiş. Her düğün sonunda gelin, damat ve düğün alayı daha önce sözünü ettiğim Zey Köyünde bulunan Şeyh Abdurrahman Erzincani türbesini ziyaret edermiş. Biz de bu geleneğe mecburen uyacağız.
Herkes aracına bindi. Beni de Durmuş ağabey ile birlikte İsmail Bey’in diğer oğlu Melih’in aracına verdiler. Birlikte araca binip konvoya katıldık.
Zey Köyü, uzak olmadığı için beş 0n dakika içinde türbeye geldik.
Aracı Melih kullanıyor.
Melih, yazılım mühendisi olan bir genç. Efendi, saygılı ve kültürlü bir aydın.
Türbede dualar okundu. Kapıda gofret ve tatlı verildi. Onları da afiyetle yedik. Melih’e merakımdan sordum: “Buranın ne özelliği var? Neden buraya geldik?”
Melih çok güzel bir anlatımla dile getirdi. “Ağabey, Abdurrahman Erzincani, Adıyaman için önemli bir şahsiyet. Hatırı büyük bir insandır. Herkes ona sevgi ve saygı besler. Onu kutsal bilir. O nedenle burada adettir. Her düğünden sonra gelin ve damat bir konvoyla buraya gelir dua okur ve onun iyiliğine, güzelliğine, sevabına mazhar olur.”
“Peki kimdir bu Erzincani Efendi? Hikmeti nedir?” diye soruyorum. Melih: “Ben de tam olarak bilmiyorum. Babamdan duyduğum kadarıyla anlatayım.” Diyor. Başlıyor anlatmaya:
“Erzincani hazretleri, Orta Asya’dan gelerek Erzincan’a yerleşmiş. Evlâd-ı Rasûl’den ve Yıldırım Bâyezîd devri meşayihlerindenmiş. Zamanının gerekli ilimlerini memleketi olan Erzincan’da tahsil etmiş. Sonra, Şeyh Safiyüddin Erdebilî ve Alaaddin Ali’nin yanına gitmiş ve aldığı irşad görevi ile Anadolu’ya geri dönmüş.
Bu türbe sayesinde Zey Köyü tanındı. Nüfusu arttı ve gelişti. Şeyh Abdurrahman Erzincani ile ilgili farklı rivayetler vardır.
Bazı rivayetlere göre aslen Erzincanlı olup, Adıyaman’a gelerek Zey köyüne yerleşmiştir. Şeyh Abdurrahman Erzincani’nin doğum tarihi tam olarak bilinmemekle beraber IV. Murat zamanında yaşadığı rivayet edilir.
Şeyh Abdurrahman Erzincani, bulunduğu köyün camisini yaptırmıştır. Cami bitince köylü kıblenin yanlış olduğunu Erzincani’ye değil de oğlu Muhammed’e söyler. Oğlu da gelip bunu babasına anlatır. Erzincani kıblenin yanlış olmadığını söylese de oğlu kıblenin yanlış olduğunda ısrar eder. Bunun üzerine Erzincani oğluna, “Gel sağ omzumdan bak bakalım kıble doğru mu yanlış mı?” der. Oğlu babasının sağ omzundan bakınca karşısında Kâbe’yi görür ve çok utanır. Suç işlediğini, hatalı olduğunu düşünen Erzincani’nin oğlu bulunduğu yeri terk edip, Tut ilçesine yerleşir ve kalan ömrünü orda geçirir.
Yine bir rivayete göre, Sultan IV. Murat, Bağdat’ın fethi için İstanbul’dan Bağdat’a giderken ordusuyla Adıyaman’ın Zey Köyü’nde konaklar. Konaklama sırasında, Sultan IV. Murat ve ordusunun iaşesini (bir geyik keserek) Şeyh Abdurrahman Erzincani karşılar. Erzincani’nin malî durumunu merak eden sultan, bir askerinden gizlice mutfağı ve ambarı tetkik ederek kendisine bilgi vermesini ister. Asker yaptığı araştırma sonunda sultana ambarda pek az saman ve arpa bulunduğunu, bütün hayvanların bu az miktardaki arpa ve samanla doyurulduğunu, mutfakta ise küçük bir tencerede yemek pişirildiğini ve bütün bir ordunun iaşesinin bu yemekle karşılandığını bildirir. Bunun üzerine meraklanan sultan durumu bizzat kendisi gözden geçirmek ister ve sonuçta askerin doğru söylediğini anlar. Şeyh Abdurrahman Erzincani’nin keramet sahibi olduğunu düşünen Sultan IV. Murat, kendisi için dua etmesini ister. Fetihten sağ kalırsam seni ziyarete geleceğim der. Sultan IV. Murat Bağdat’ı fethettikten sonra dönüşte Şeyh Abdurrahman Erzincani’yi ziyaret etmek için Zey Köyü’ne uğrar. Ancak Erzincani’nin vefat ettiğini öğrenir. Bunun üzerine çok üzülen sultan hem onun hem de onun işaret ettiği Ebu-Zer Gıfari’nin türbesini yaptırır.
Şeyh Abdurrahman Erzincani türbesi, halk tarafından en çok ziyaret edilen türbelerin başında gelmektedir. Genelde sinirsel hastalığa yakalanan, halk arasında kendisine cinlerin müptela olduğuna inanılan kişiler, sara hastası olanlar ve felçliler şifa için üç cuma üst üste bu türbeye getirilir, geceyi burada geçirmeleri sağlanır. Zincirli olarak gelen akıl hastalarını buradaki dut ağacına bağlarlar. Ancak müze yapımı yüzünden ağacı kesmek zorunda kalmışlar. Yine bu türbeye her türlü dileğinin gerçekleşmesini isteyen kişiler tarafından üç cuma üst üste gelinir. Türbe cumartesi ve pazar günleri de halktan kalabalık gruplar tarafından ziyaret edilir. Hayırsever vatandaşlar, misafirler için 100 adet yatak temin etmiştir. Dilekleri kabul olan kişiler de buraya gelip yemek yapıp dağıtırlar.” diye bitirdi.
Gerçekten ilgi çekici bir hikâye idi. Böylece her düğünden sonra neden buraya ziyarete gelindiğini öğrenmiş olduk.
Ziyaret sonrası tekrar yola çıkıp Adıyaman’a gittik.
Mahmut’un evinin önüne geldik. Gelin, araçtan inip yeni evine girecek. Ama öyle kolay değil. Gelin araçtan bir türlü inmiyor. Kayınbabayı çağırıyorlar. “Mahmut Hoca, gelin, öyle boş yere inmem, babamın evini bırakıp size gelin geldim. Bana ne hediye vereceksiniz? Diyor. Hediyemi almadan inmem diyor.”
Mahmut: “Oy benim gardaşım, evim, malım mülküm hepsi onun.” diyor. “Öyle yuvarlak konuşma olmaz Mahmut Hoca. Elle tutulur, gözle görülür bir şeyler hediye edeceksin” deniliyor.
Mahmut: “Tamam gardaşım, Gelinime, iki altın bilezik, 10 dönüm de tarla hediye ediyorum. Allah hayırlı uğurlu etsin” diyor. Gelin, hediyeleri kabul ediyor ve alkışlarla araçtan inip yeni evine gidiyor.
Gelin ile damat yukarı çıkarken, İsmail Bey yüksek sesle herkese “Evet dostlar. Hayırlısıyla düğünümüz sona erdi. Allah hayırlı uğurlu etsin. Geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Şimdi herkes evine dağılabilir.” diyor.
Orada bulunanlar yavaş yavaş evden uzaklaşıyor. Araçlarına binip evlerine gidiyor. Beni de Melih otele bırakıyor.
Bu arada Durmuş ağabey de bana seslenerek “Yarın seni Diş Doktorumuz Mikail alacak. Mersine gidiyor. Osmaniye’ye kadar birlikte gideceksiniz. Seni tanıdığıma çok memnun oldum” diyor.
Teşekkür ediyorum. “Vallahi adama helal olsun, Her şeyi düşünüyor. Müthiş bir adam!” demekten kendimi alamıyorum.
Yorulmuşum. Otele gidiyoruz. Bir banyo yapıp yatağa gömülüyorum.
Ertesi gün Mikail gelip beni alıyor. Mahmutlara gidip herkesle vedalaşıyoruz.
Vedalaşmaları hiç sevmiyorum. Gözü yaşlı biriyim. Mahmut’la ayrılığa hiç dayanamıyorum. Kucaklaşıyoruz ve ayrılıyoruz. Onun yanında güçlü durmaya çalışıyorum. Mikail aracı çalıştırıyor. Mahmutlar geride kalıyor. Uzaklaştıkça kendime hakim olamıyorum. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlıyor. Ağlıyorum, ağlıyorum…
Mikail de üzülüyor: “üzülme ağabey” diyor.
“Mahmut’u çok severim ben. Kardeşimden de öte” diyorum.
Mikail, efkarımın dağılması için başka bir konu açıyor…
Konuşarak ilerliyoruz… Biraz sonra Adıyaman çok gerilerde kalıyor…
Yine bir sürü anı, bir sürü güzellik ve bir sürü farklı insanlar geride kalıyor…
Galiba insanın genlerinde var bu.
Ayrılık, acı, keder, üzüntü…
Hoşça kal Mahmut,
Hoşça kal Adıyaman…


Hakan YOZCU
Gazimağusa KKTC
30.10.2025

Paylaş:
3 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Adıyaman düğünü Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Adıyaman düğünü yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Adıyaman Düğünü yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL