- 1008 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"Kardeşimin Hikayesi" Üzerine
Müzik alanında olduğu kadar, edebiyat alanında da tanınmış bir sanatçı olan Ömer Zülfü Livaneli, 1946 yılında doğdu. Ankara’da Maarif Koleji’nde okudu. Stockholm’de felsefe ve müzik eğitimi gördü.
Harvard ve Princeton Üniversitelerinde konferanslar ve dersler verdi. Uluslararası 30’dan fazla ödüle sahip. Türkiye dışında Çin, İspanya, Kore ve Almanya’da en çok satan kitaplar arasına girdi.
1996 yılında dünya kültür ve barışına yaptığı katkılarından dolay UNESCO tarafından Büyükelçilikle onurlandırıldı.
2002-2006 yılları arasında TBMM’de ve Avrupa Konseyi’nde milletvekilliği yaptı.
Romanları 40 dilde tercüme edildi ve yayınlandı. Yazdığı romanlardan biri de “Kardeşimin Hikâyesi”dir. Akıcı bir dille yazdığı bu roman emekli bir inşaat mühendisinin yalnızlığını anlatıyor.
Zülfü Livaneli’nin “Kardeşimin Hikâyesi” adlı romanı, 2013 yılında İstanbul’da Doğan Kitap tarafından yayınlanmış. 324 sayfadan oluşuyor.
Romanı elinize aldığınızda güzel bir Türkçe ile karşılaşıyorsunuz. Roman kapağındaki resim kafalarınızı kurcalıyor. Ne demek istediğini pek çıkaramıyorsunuz. Konu ile alakası nedir demekten kendinizi alamıyorsunuz. Yüzü torba ile örtülmüş öpüşen iki yüzsüz siluet görüyorsunuz. Mutlaka bir şeyler düşünülerek yapılmış bir kompozisyon. Biz anlamadıysak da mutlaka anlayan birileri olmuştur.
Artık sayfaları yavaş yavaş okuyarak romanda ilerliyorsunuz ve kendinizi Livaneli’nin üslubuna bırakıyorsunuz…
Emekliye ayrıldınız ve her şeyden elinizi ayağınızı çektiniz. Dünya artık size yük geliyor. Her şeyden kaçmak, kurtulmak istiyorsunuz. Sizi bilmeyen, tanımayan, yabancı, uzak ve küçük bir beldeye gidiyorsunuz. Bir iki kişi dışında hiç kimse ile de iletişim kurmuyorsunuz.
Böyle bir ortamda ne yaparsınız? Gününüzü nasıl geçirir, nasıl yaşarsınız? Hele de bir yazar çizerseniz... Okumayı ve yazmayı çok seviyorsanız ...
Zülfü Livaneli “Kardeşimin Hikâyesi” adlı romanında işte bunları düşünmüş. Emekliye ayrılmış bir mühendisi, Karadeniz sahillerinde küçük bir köyde yaşamaya mahkûm etmiş. Burada insanın aklına hemen “Neden Karadeniz?” sorusu geliyor.
Karadeniz, yemyeşil tabiatıyla, ormanları ve dağlarıyla, deniziyle, balığı ve yöresel yemekleriyle, havasıyla, suyu ile, tüm doğal güzellikleriyle rüyaları süsleyen bir bölgedir. İnsan, burada tüm sıkıntılardan, tüm dertlerden, tüm acılardan uzak kalıp yaşamanın tadını çıkarır her haliyle. Karadeniz insana, yaşamı ve hayatı sevdirir…
Yazar, o nedenledir ki roman kahramanına Karadeniz’i tercih ettirmiştir.
Roman kahramanı Ahmet Arslan, bir mühendistir. Emekliye ayrılmış ve dünyanın bütün nimetlerinden el ayak çekerek, Karadeniz’in sakin bir kıyı köyüne yerleşmiştir. Burada dinlenecek, kafa dinleyecek ve büyük şehrin bütün gürültüsünden, karmaşasından, sıkıntılarından uzak kalacaktır. Rahat ve huzurlu bir yaşamla mutlu olmanın yollarını arayacaktır.
Roman bir sabahın huzursuzluğu ile başlıyor. Roman kahramanı uyandığında sanki de kötü bir haber alacağını biliyor, hissediyor. Uyanır uyanmaz telefon çalıyor. Bu saatlerde telefondaki ses kötü haberi veriyor:
“Mantıksız gibi geliyor ama o sabah uyandığımda tuhaf bir haber alacağımı biliyordum. Karadeniz’in lacivert dalgalarıyla baş başa kalmış olan bu ıssız köyde geçen her gün birbirinin aynısı olduğu için burada insanların heyecanla konuşacağı olaylara pek sık rastlanmazdı. O günün de ötekiler gibi sessizce akıp gitmesi gerekirdi ama galiba başka şeyler olacaktı. O mahmur sabah saatlerinde bir cinayet haberi alacağımı bilmiyordum elbette ama bir haber gelecekti. Daha yataktan çıkmamıştım, gözlerim kapalıydı, arkalarında fosforlu çizgiler bırakarak yıldırım hızıyla hareket eden mor tavşanları izliyordum.” (Sayfa 11)
Roman, bu andan itibaren gizemli bir şekilde devam ediyor. Biraz sonra kapı defalarca çalıyor. Kahraman, köyde hiç kimseyi tanımadığı için ve kendisini de kimse bilmediği için kapıyı ısrarla açmıyor. Gelen ya yaşlı kadındır; ya da onun İngilizce öğrenmek için derse gelen oğludur. Bunlardan başka kimse gelmeyecektir. Ama gelen kişi ne kadındır ne de oğlu…
Gelen gazeteci genç bir kızdır. Kapı açılmayınca gitmesine rağmen, dönüşte kahramanın evden çıkmadığını öğrenince şansını bir kez daha denemek istemiş ve gelip kapıyı tekrar çalmıştır. Bu defa nedense Ahmet Arslan, kapıyı açmamakta ısrarcı olmamış ve kapıyı açarak gelen bayanla ayak üstü kapıda konuşmaya başlamıştır.
Karşılıklı tartışmalar, sürtüşmeler ve hatta kavgalar…
Gazeteci olduğunu söyleyen kadın, Ahmet Arslan’ın az önce telefonda öğrendiği bir arkadaşının eşinin öldürülmesi olayı ile konuşmak için gelmiştir.
Ahmet Arslan duyduğu cinayet haberi karşısında, daha ziyade ölüm karşısında afallar, ne yapacağını şaşırır. Ne yapacağını bilemez. Not defterine bir şeyler karalar ama yazdıklarını da beğenmez. Ve kapı çalar…
Gelen Gazeteci kızdır. Aralarında birçok konuşma geçer. Gazeteci kız, meraklı biridir. İşini de severek yapmaktadır. Ahmet Arslan, ölümü düşünür. İnsan yaşamını düşünür. İnsan, geleceğini bilemeyen bir varlıktır. Dolayısı ile ne zaman öleceğini de bilmemektedir. Belki de bu nedenle yaşama dört elle sarılmıştır insan. Gelecekte neler yaşayacağını bilmeyen insan geçmişte neler yaşadığını çabuk unutuyor. Kahramana göre de yaşamın sırrı budur:
“Herkes öleceği günü, saati bilseydi, geriye sayım ne kadar zor olurdu, düşünsenize. Geçen her dakikayı bir tabut gibi algılamaz mıydık? Açıkça yanıt vermek bile insanı ürkütüyor değil mi? Hele genç ölümler için?
Haddini bilmeyip de ay tanrıçasına âşık olan çobana verilen cezayı biliyor musun?
“Hayır duymadım” cevabını verdi. Tam da öyle tahmin etmiştim.
“Tanrıların çobana verdiği ceza kaderini bilmekti.” dedim. “Gelecekte neler yaşanacağını, yarın ne olacağını bilmek! Bundan daha korkunç bir ceza yoktur dünyada. Ölümden beter bir ceza vermek istedikleri için, tanrılar böyle bir şey düşünmüşler.
Annemle babam da kaderini bilselerdi bir dakika olsun huzura eremezlerdi. İnsan soyu zayıf, kırılgan, ölümlü, her türlü hastalığa, kazaya, acıya açık ama kendini avutarak yaşıyor. Bunları unutuyor. İşte anahtar kelime bu; hayatın özü, büyük sırrı, olmazsa olmazı: Unutmak.” (Kardeşimin Hikayesi- Z. Livaneli sayfa 31)
Roman, genelde bu emekli mühendis ile gazeteci kız arasında karşılıklı konuşmalar şeklinde geçiyor. Gazetecinin amacı cinayeti aydınlığa çıkarmak ve öğrendiklerini de okuyucularıyla paylaşmak. Bunun için de Emekli Mühendis olan kahramanı kendisine kaynak kişi seçer. Onun fikirleri, düşünceleri kendisine hep farklı gelir. Belki de Dünya’da gördüğü ve tanıdığı en farklı kişidir.
Cinayetin sebebi üzerinde tartışmaya başlarlar. Emekli mühendise göre bir aşk cinayeti olabilir. Gazeteci kızın sorması üzerine: “Aşk dünyadaki en tehlikeli, en öldürücü duygudur.” (Sayfa 106) cevabını verir ve devam eder:
“Aşklarına karşılık bulamadıkları için intihar eden kadınlar ve erkekler mi istersin, Kıbrıs Kralı gibi içini yiyip bitiren yersiz kıskançlık krizleri sonunda çok sevdiği karısını elleriyle boğup öldürenleri mi, hapse düşenleri mi, toplu katliam yapanları mı, güzel Helena yüzünden çıkan büyük savaşı mı, düelloda ölenleri mi, işkencede sevgilisinin adını söylememek için dişleriyle dilini koparıp atanları mı, delirenleri, tımarhaneye düşenleri mi, bütün itibarını ayaklar altına alanları mı, yok olan servetleri mi? Daha sayayım mı?”(sayfa 107)
Cinayet gecesi, verilen davette yazar da vardır. Bu nedenle o da olası bir katil adayıdır. Savcılık tarafından sorguya çekilir. Verdiği cevaplar, tuhaf hareketleri şüphe uyandırsa da olayla ilgisi olmadığından savcı tarafından serbest bırakılır.
Şüpheler, katilin evinde çalışan bulgar kadın Svetlena’ya kayar. Ve herkese göre katil Svetlana’ır. Gözaltına alınır, sorgulanır ve tutuklanır. Okuyucu son sayfaya kadar Svetlana’nın katil olduğuna inanmaya başlar. Ama iş sonunda ortaya çıkar.
Özellikle son kısımda yazar katili bir bilmece şeklinde açıklar. Eminim ki buraya gelindiğinde hiçbir okuyucu verilen şifreleri tek tek uygulayıp verilen şifreyi bulmamaya çalışmamıştır. Ben de doğal olarak tek tek her sözcüğe verilen bölümlerdeki sayfalardaki sözcükleri bulup harfleri yan yana getirdim ve katili gördüm. Ve hayretler içinde kalıp olamaz dedim.
Yazar, romanda İstanbul’un tanınmış yazar, çizer takımını, basın, reklamcı ve ticaret çevrelerinin insanları eleştiriyor. Onlar hakkındaki gerçek düşüncelerini romanın kahramanına söylettiriyor. Gerçekte onlar ikiyüzlü, birbirini sevmeyen, birbirlerine tahammül edemeyen ama severmiş gibi görünen bir güruh olarak gösteriyor:
“Bahçeye girince iki gün önceki partiyi hatırladım. Tepede parlak bir dolunay vardı, kapıları ardına kadar açık evin içi bir galeriye dönüştürülmüştü. Duvarlara Ali’nin temalı yeni tabloları asılmıştı. Kalabalık, bu resimlere kısa bir süre göz atıyor, sonra hemen bahçeye çıkıp ikili, üçlü, beşli konuşmalara katılıyorlardı. Hepsi de İstanbul’un basın, reklam, ticaret çevrelerinin tanınan erkekleri ve kadınlarıydılar. Oldukça sığ, rekabetçi, birbirinden nefret eden ama çok severmiş gibi görünen, gürültücü, can sıkıcı insanlar.” (Sayfa 72)
Yazar, kahramanı çok okuyan, kitap kurdu biri olarak vermektedir. Öyle ki evi bir kütüphane gibidir. Yüzlerce, binlerce kitabın arasında boğulmuş bir kahraman ve her dakikasını kitap okuyarak geçiren bir insan.
Romanda kahraman sürekli başka kitaplardan, eserlerden, romanlardan örnekler vermektedir. Kültürlü olduğunu gösterip düşüncelerini diğer yazarların düşünceleriyle desteklemektedir. Bu da okuyucuda iyi bir etki bırakmaktadır. Belki de okuma alışkanlığını okuyucuya kazandırmak istemektedir. Doğrusu iyi ve güzel bir yöntem. Etkilenmedim desem yalan olur.
Yazara göre, edebiyat hayatın bir gerçeğidir. Ve yaşadığımız hayat tamamen bir kurmacadır yani edebiyatın bir parçasıdır. Hayatı anlamanın tek yolu edebiyattır:
“İnanın bana, hayatın tek gerçek yanı, kurgudur, yani hikâyelerde anlatılanlardır.” (Zülfü Livaneli-Kardeşimin Hikayesi-Sayfa 83)
“ Oidipus denince kulağa ne kadar soylu geliyor değil mi? dedim. Oysa Oidipus, ödemli ayak demektir; bu kadar sıradan bir isim olduğunu düşünür müydünüz? Kusura bakmayın, biraz ukalaca bir ders gibi oldu. Ama inanın bana edebiyat, hayatı anlamanın tek yoludur. Ben, bunu yaşayarak öğrendim.” (Zülfü Livaneli-Kardeşimin Hikayesi-Sayfa 84)
Yazar, romanda Binbir Gece Masallarından esinlenmiş diyebiliriz. Ama burada rolleri değiştirerek kurgulamış olayı. Hatırlayacaksınız. Binbir Gece Masallarında bir kral her gece güzel bir kadınla birlikte oluyor ve onu sabaha karşı idam ediyordu. Taki Şehrazat’a gelene kadar bu durum devam ediyordu
Şehrazat, kraldan anlatacağı masalı dinlemesini ve bu masalın bitmesi sonunda kendisini idam etmesini istiyor. Kral da bunu kabul ediyordu. Şehrazat sabaha kadar masalı anlatıyor ama masalın sonu bir türlü gelmiyordu. Sabah olunca da Kral sonucu merak ettiğinden ertesi gün masala devam ediyorlardı.
Kardeşimin Hikâyesi adlı romanda da buna benzer bir durum yaşanıyor. Ahmet her gece gazeteci kıza kardeşinin başından geçen olayı anlatıyor. Her defasında kızın uyuması nedeniyle masal ertesi geceye kalıyor. Bu da ister istemez Binbir Gece Masallarının tekniğini bize çağrışım yaptırıyor. Farklı ve değişik bir yöntem diyebiliriz.
Gazeteci kızın dikkati çeken başka bir şey de kahramanın farklı davranışlarıdır. Kahramanda dokunmama hastalığı vardır. Hiç kimseye dokunmamaktadır. Hiç kimseyle tokalaşmamaktadır. İnsanlardan kaçan, yalnız yaşamayı seven ve çok konuşmayan bir kişidir. Hayvanlarla konuşabildiğine inanmaktadır kahraman. Onlarla adeta sohbet etmektedir. Bu özellikleri de gazeteci kızın ilgisini çekip onu arayışa sürüklemektedir. Bu ilginç insandan güzel bir hikâye çıkarabilirim düşüncesini taşımaktadır. O nedenle gitmek istediği halde bırakıp gidememektedir.
Bir de kahramanın köpeği vardır: Kerberos.
Gazeteci kıza göre adı da tuhaf olan bu köpek sevimsiz, vahşi, yırtıcı bir şeydir. Bu nedenle köpeği hiç sevmemiştir. Sahibine aşırı bağlı olan Kerberos, Gazeteci kızın Ahmetle tartışması sonucu bağlarından koparak, sahibine zarar verdiğine inandığı için kızı ısırır ve onu hayli hırpalar. Ahmet, kızı zor kurtarır. Kız, bu nedenle birkaç gün emekli mühendisin zorunlu misafiri olacaktır. Ve böylece bin bir gece masalları başlar.
Ahmet, gazeteci kıza Rusya’da yaşadığı günleri ve kardeşinin başından geçen büyük aşkı anlatır. Aslında bu olayı hiç kimseye anlatmamaktadır. Ama nedense bu kıza anlatmakta bir sakınca görmemiştir. Burada da okuyucu, Ahmet’in gazeteci kıza karşı bir aşk duyduğunu düşünmeye başlıyor. Ama aradaki yaş farkı çok olduğundan kahraman bunu kendisi inkâr ediyor. Tabii ister istemez insan soruyor: “Aşkın yaşı olur mu?”
Ahmet,Rusya’da yaşanan uhrevi bir aşkı anlatıyor. Mehmet’in Olga’ya karşı olan aşkını. Bu, öyle bir aşktır ki Mehmet her şeyden vaz geçiyor. İşinden, gücünden, vatanından vaz geçiyor. Öyle ki dininden dahi çıkıp hrıstiyan olmayı kabul ediyor. Okuyucu da “Bu kadar da olur mu?” diyor.
Tabii bu arada Ludmilla’yı unutmamak gerekiyor. Ludmilla işine bağlı, disiplinle çalışan, çevresinde ciddi olarak bilinen bir kadın. Türkçe bildiği için şantiyede tercümanlık da yapmaktadır. Mehmet özellikle Olga ile kendisi arasında onu tercüman olarak kullanıyor. Acaba başına gelecekleri önceden bilseydi onu kendisine tercüman olarak alabilir miydi? Ona her şeyi ile bu kadar güvenebilir miydi? Tabii okuyucu bunları romanı okuyunca öğrenebilecek. Aşkı, ihaneti, acıyı ve işkenceyi…
Olga ile İstanbul’a gidip evlenmek isteyen Mehmet, havaalanında görevli kişilerce götürülür. Ve bir daha ortaya çıkmaz. Yer yarılıp içine girer sanki…
Ahmet, yıllarca arar kardeşini. Elçiliği devreye sokar. Ama Mehmet yok olur. Yaşayıp yaşamadığı da bilinmez olur artık. Ne olmuştur? Nereye gitmiştir? Tutuklanmış mıdır, bırakılmış mıdır? Rusya’da mı kalmıştır, başka yere mi gönderilmiştir? Bunlar hep sır olarak kalmıştır.
Şantiyede iş biter. Ahmet de çaresiz Türkiye’ye döner. Kardeşini bulamaz. Ancak yıllar sonra ne olduğunu öğrenebilecektir.
Roman, adeta birdenbire sona eriyor. Okuyucu olayların biraz daha gelişeceğini beklerken yazar pat diye bitiriyor romanı. Tabii bunu yaparken de farklı diyebileceğimiz bir tarzda bitiriyor.
Okuyucu şaşırıp kalıyor sonunda. Katili öğrenince kafalarda soru işareti oluşuyor. Şahsen ben, bu mümkün değil demekten kendimi alamadım.
Hepsinden öte de romanı psikolojik bir tarzda bitirmiş olması çok ilginç geldi bana. Çok farklı bir yaklaşımla bitti roman. Kimsenin aklına gelemeyecek bir yöntemle son buldu.
Ama genelde baktığımızda Serenad romanı ile neredeyse aynı kurgu diyebiliriz. Yaşlı bir adam. Genç bir kadın. Aralarında belli belirsiz bir aşk duygusu ve gizemli olaylar… Bunlar da romanın ilgisini artıran özellikler değil mi?
Başlarda biraz zorlansanız da sıkılmadan okuyabileceğiniz bir roman diyebilirim.
Kütüphanenizi zenginleştirebileceğiniz ve dostlarınıza rahatlıkla önerebileceğiniz bir kitap.
İyi okumalar…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.