1
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
254
Okunma
İlkbaharda rengârenk çiçeklerle bezenen yazın ise güneşte bozaran bir yamaçta kurulmuş bir köyün okulunda çalışıyordum. Köyün nüfusu arttıkça, tek katlı iki derslik ve müdür odasından ibaret olan okul yetersiz kalmış, aynı bahçede farklı tarihlerde iki ayrı derslik daha yapılmıştı. Okulun çeşmesi, bahçede olup kışın etrafa sıçrayan suların donması ile oluşan kristal bir tepenin içine gömülür, ılık suyun buharı sayesinde yeri ancak belli olurdu. Lojmanda bekâr öğretmenler kaldığından ben dağın yamacında olan yatılı bölge okulunun lojmanında kalıyordum. Okulda eğitim, uzun ve soğuk gecelerden arta kalan nefessiz, ilerisi gerisi karanlığa batan kısa gündüzlerde sabahçı-öğlenci olarak yapılıyordu.
Okulda sabahçı öğrenciler evlerine dağılmış, öğlenci olanlar ise ders başı yapmıştı. Okula epey uzak sayılan lojmanıma gitmiştim. Yemek yiyip geri döndüğümde okulun çalışanı; Çetin adında, dördüncü sınıftan bir öğrencinin çatıdan sarkan buz saçaklarını kürekle kırayım derken küreği başına düşürdüğünü ve yaralandığını söyledi. Sınıf öğretmeni de çocuğu evine göndermişti.
Hemen çocuğun peşine düştüm. Evleri okuldan uzaktı. Köyün Murat ırmağına bakan aşağı tarafında, Bayraklı Tepe denilen yüksek bir tepenin ardındaydı. Evlerini yazın da görmüştüm, Murat ırmağından, balıktan dönerken. Taze tandır ekmeği kokusunu izlemiş, tandırı kokusundan bulmuştum. Çocuk çoktan eve varmış olacak ki yolda yetişemedim. Evlerine varıncaya kadar Murat Irmağı boyunca, Köse Dağından, Kesuk Köprüsü tarafından esen karlı rüzgâr sol taraftan hep yüzüme yüzüme çarpıyordu. Ayaklarımın altından akarak yoldan şarampole devrilen kar seli bende bulutların üzerinde yürüyormuşum hissi uyandırıyordu. Hizmetimin ilk yıllarıydı. Gençtim, başıma henüz bere takmıyordum. Sırtımda üniversite yıllarımdan kalan siyah uzun pardösüm vardı. Yakasını kaldırmış, yüzümü elimle koruyordum ama nafile. Kafamı omuzlarımın arasına gömdüm, bir omzumu ve alnımı tipiye vurdum, yürüdüm. Çevresine göre her baharda yapılan yol tamiratları ile yüksekte kalmış yol ve etrafına dizili evler kar altında uyuyordu. Yazın çeşme başlarını süsleyen, köyün yegâne süsü olan birkaç söğüt ağacının nereye saklandıklarını anlayamıyordum. Bir tek evlerin üzerinden uçarak kaybolan cılız gri tezek dumanı ile tüten bacaları köyün canlılığını belli ediyordu. Sanki kar biraz daha bastırırsa yeteri kadar ağırlaşmış olan damların hepsini yıkacaktı. Damlar yıkılacak ve köy, bitmeyen bir uykuya, karşıda Kartevin Dağı’nın ardında bekleyen derin bir uykuya gömülecekti.
Evlerine tahminen bir saatte ancak varabildim. Hisarının taşları, rüzgârla sürüklenen karın içinden zar zor seçilen, geniş bir avlunun içinde, balıksırtı şeklinde yapılmış toprak damı olan bir evdi. Epeydir aralıksız yağan kardan evin duvarları kaybolmuştu, adeta ev alçalıp yere çömelmişti. Yazın taze ekmek kokusuna geldiğim o damı isli tandırlık sanki yerinde yoktu. Zorlukla bulduğum kapıyı elimle dövdüm. Bir kız çocuğu kapıyı açtı ve utanarak geriye dönüp içeri doğru kaçtı. Üzerimdeki kar ve soğuk hava ile beraber karanlık holden içeri girdim. Kar gözümü aldığından ilk etapta içeriyi iyi seçemiyordum. Ev halkı beni karşılarında görünce epey şaşırdı. Ayağa kalkan kalabalığın içinden bayanlar ayrılıp bana görünmemeye çalışarak yan kapıdan diğer odaya kaçıştılar. Ev halkı beni çok sıcak karşıladı. Çetin’in dedesi Hacı Müslüm başköşeden ayağa kalktı; "Hoş geldiniz hocam." dedi. Bana sarılıp donmuş yüzümden öptü. Erkeklerin hepsi yaklaşıp genci yaşlısı muhabbetle elimi sıktılar. Hacının gösterdiği, sobanın en yakınındaki yün mindere oturdum. Sobanın üzerinde tencere kaynıyordu. Fokurdayan tencereden sıcak ve nemli bir koku yayılıyordu. Davetkâr yemek kokusu burun deliklerime gelip yapışıyordu. Isınırken yüzümün soğuktan kızarmış tarafı yanıp sızlıyordu. Niçin geldiğimi anlattım. Çok memnun oldular. Çetin, kırılan kafasına tülbent bağlanmış, sobanın arkasında oturuyordu. Bana kaçamak gözlerle bakıyor, keyfine diyecek yoktu. Çetin’in bir şeyinin olmadığını söylediler. Zaten sorun olsa bile köyün yolu kardan dolayı iki gündür kapalıydı. Bu durumda en yakın hastanenin olduğu ilçeye imkânı yok, gidilemezdi. Yapacak bir şey yoktu. İyice ısındıktan sonra kalkacak oldum. Israrla yemeğe beklettiler. Zaten kaynayan tencereden gelen yemek kokuları beni acıktırmıştı.
Yer sofrası kuruldu. Çevresine hep beraber halka olduk. Yazdan kurutulmuş ebelik otu ve börülceden yapılmış sıcak omac aşı ve taze tandır ekmeğinden yedik. Çaya kalmadım. Ev halkı ve Hacı Müslüm’den müsaade istedim. Hacı ısrar edince; yolumun uzak olduğunu, ancak gideceğimi söyledim.
Yola düştüm, aynı fırtına devam ediyordu. Bu kez aynı rüzgâr ve sulu kar yüzümün sağ tarafına vurmaya başladı. Dizime kadar gelen karda yürümek giderek takatimi kesti. Okula varıncaya kadar nefes nefese kaldım. Dışarıda öğrenci yoktu. Hepsi buğulu camların ardındaki sıcak sınıflarında ders işliyorlardı. Okulun çalışanı beni okulun kapısında karşıladı. Okul köyün dışında, yüksek bir yamaçta olduğundan gelişimi uzaktan görmüştü. İki büklüm, üzülerek: "Hocam dondunuz, içeri girin, size bir çay getireyim." dedi. Müdür odasına girdim, sandalyemi sobaya doğru çektim. Bu kez de yüzümün diğer tarafı kızarmış yanıyordu.
Mustafa Alagöz
5.0
100% (4)