1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
158
Okunma
Dil,genel anlamda kültürün aktarım aracıdır; çünkü sözlü iletişimle değerler, inançlar, gelenekler nesilden nesile aktarılır. Ancak yazılı kültür, bu aktarımın daha kalıcı ve sistemli boyutudur.
Sözlü kültür hafıza ve gelenek üzerine kurulur. Masallar, destanlar, türküler, atasözleri, dini ve ahlaki öğütler bu yolla yaşar. Ama kuşaktan kuşağa aktarılırken değişime uğrayabilir.
Yazılı kültür düşünceyi ve bilgiyi sabitler, düzenler, “zamanı aşar.” Bir milletin edebiyatı, hukuku, dini metinleri, felsefesi ve bilimi yazıyla kayıt altına alınır. Böylece kültür yalnızca sözlü aktarımın sınırlı alanında değil, yazının imkânıyla kurumsallaşmış bir hafızaya kavuşur.
Yani şöyle denebilir:
Dil, kültürün “damarı”dır.
Yazılı kültür, kültürün “hafıza deposu”dur.
Sözlü kültür yaşayan, değişken, halkın belleğinde iken
Yazılı kültür kayıtlı, kurumsal, kalıcıdır.
Dijital kültür (günümüz) hızlı, küresel, hem sözlü hem yazılıyı içinde barındırıyor.
Alfabe değişikliği (1928’de Arap harflerinden Latin harflerine geçiş), Türk yazılı kültüründe derin etkiler bıraktı. Bunu birkaç boyutta inceleyebiliriz:
Kültürel Devamlılık Açısından
Kopuş: Arap alfabesiyle yazılmış onca eser (klasikler, arşiv belgeleri, mektuplar, dini ve bilimsel metinler) yeni neslin gözünden adeta gizlenmiş oldu.
Halkın büyük çoğunluğu eski yazıyı okuyamaz hale geldi. Yani yazılı kültürde nesiller arası kopukluk
Latin harfleri Türkçe’nin ses yapısına daha mı uygundu?Türk(Göktürk)alfabesi neden tercih edilmedi?
Evet,yeni alfabe, Batı ile bağlantıyı kolaylaştırdı; matbaa, basım, çeviri faaliyetleri hızlandı.
Ancak bin yıllık Osmanlı-Türk yazılı kültürüne doğrudan erişim sınırlı kaldı. Onu anlayabilmek için “Osmanlıca” ayrı bir uzmanlık alanı oldu.
Yazılı geçmişi okuyamayan nesiller, kültürel sürekliliği sözlü anlatımlar veya modern özetlerle kurmaya çalıştı.
Bir tarafta “yeni alfabeli genç nesil”, diğer tarafta “eski yazıya hâlâ hâkim yaşlı kuşak”arasında kültür aktarımı zorlaştı.
Özetle:Alfabe değişikliği Batı ile entegrasyonu kolaylaştırdı.
Ama aynı zamanda yazılı kültürde ciddi bir kesinti oluşturdu; geçmişe doğrudan erişim koptu, tarihsel hafıza zayıfladı.
Eğer hem Arap alfabesi hem Latin alfabesi paralel biçimde kullanılsaydı, yazılı kültürdeki kopukluk çok daha az olurdu.
Bunun örnekleri var:
Japonya: Hem Çin kökenli kanjiyi hem de Latin harflerini (rōmaji) birlikte kullanıyor.
İran: Arap alfabesiyle yazıyor ama bilimsel alanlarda Latin alfabesini de benimsiyor.
Hint dilleri: Kendi alfabelerini kullanırken Latin harfleri de (transliterasyonla) yaygın.
Eğer bizde de şöyle bir yol izlenseydi:
Resmî alfabe Latin olurdu,
Arap alfabesi de seçmeli / ek olarak öğretilseydi geçmişe erişim kesilmezdi.
Kütüphaneler, arşivler ve klasikler halka daha açık kalır,
geçmiş miras korunurdu.
Eğitim ve Okuryazarlık açıdından:
İlkokullarda Latin alfabesi esas alınır,Ortaokul/lise seviyesinde Arap alfabesi seçmeli/ek ders olur;öğrenciler birkaç yıl içinde iki alfabeyi de okuyabilirdi.
Böylece yeni nesil hem Batı’ya açılır, hem geçmişle bağını koparmazdı.
Kütüphaneler ve Arşivler
Osmanlıca yazılmış eserler, mektuplar, divanlar “ölü yazı”ya dönüşmezdi.
Her nesil, kütüphanelerdeki yazmaları doğrudan okuyabilir, klasiklerle tanışabilirdi.
Bugün tarihçiler, edebiyatçılar ve din alimleri için ayrı bir uzmanlık gerekmez,Osmanlıca kursu” diye bir ihtiyaç doğmazdı.
Halk şiirinden divan edebiyatına, tekkelerden resmi belgelerimize kadar kesintisiz bir kültür akışı olurdu.
Modern edebiyat Latin harfleriyle gelişirken, geçmişin edebiyatı Arap alfabesiyle yaşamaya devam ederdi.
İki alfabeyi bilen bir millet, çifte mirasın taşıyıcısı olurdu.
Latin alfabesi sayesinde Batı ile uyum sağlanırdı;
Arap alfabesinin korunması ise Türkiye’yi İslam dünyasında köprü ülke haline getirirdi.
Böylece hem Avrupa’yla entegrasyon hem Doğu’yla kültürel bağ daha güçlü olurdu.
Bugün milyonlarca genç, Osmanlıca eserleri doğrudan okuyabilirdi.
Klasik kültür, yalnızca akademisyenlerin değil halkın da günlük hayatına daha çok yansırdı.
Ayrıca yazılı kültürdeki kopukluk yerine, sürekli bir hafıza zinciri olurdu.
Özetle: Çift alfabe modeli seçilseydi, biz hem modernleşmenin kolaylığını hem de tarihsel devamlılığın derinliğini aynı anda yaşayabilirdik.
Eğer çift alfabe olsaydı, Türk kültürü daha dengeli bir yerde dururdu.
Arap alfabesiyle olan bağ sayesinde Osmanlı, Selçuklu, hatta İslam dünyasıyla olan kültürel devamlılık hiç kopmazdı. Bugün halk, Mevlânâ’nın mesnevîsini, Fuzûlî’nin gazelini, Osmanlı arşiv belgelerini kendi gözleriyle okuyabilirdi. Bu bizi Doğu’nun hafızasına daha çok bağlardı.
Latin alfabesiyle zaten bilim, teknoloji, ticaret ve eğitim Batı dünyasına uyumlu hale geldi, çeviriler hızlandı, Avrupa ile akademik ilişkiler kolaylaştı.
Yani tek taraflı bir yöneliş yerine, Türkiye iki “medeniyetin” ortak mirasını taşıyan güçlü bir köprü olabilirdi.
Latin alfabesiyle Batı’ya açılırken, Arap alfabesiyle geçmişle bağ kopmadığı için kimlik çatışmaları bu kadar keskin yaşanmazdı.
Yani bugün biz Batılılaşmayı “köklerinden kopuş” gibi algılamaz, “kendi mirasını da taşıyan bir yenilenme” olarak görebilirdik.
Alfabe meselesi sadece teknik bir yazı sistemi değişimi miydi, yoksa aslında kimlik ve yönelim tercihi miydi?
Çünkü dil aynı kaldı, yalnızca harfler değişti. Ama bu değişiklik öyle bir köklü biçimde yapıldı ki, toplumun geçmiş yazılı mirasıyla bağı koptu.
Eğer mesele yalnızca “okumayı kolaylaştırmak” olsaydı, çift alfabe modeli tercih edilirdi.
Neden kimlik meselesiydi?
Yeni alfabe, Batı’ya yönelişin sembolü oldu.
Eski alfabenin bırakılması, Doğu’ya (özellikle İslam dünyasına) kültürel bağlılığın zayıflatılması anlamına geldi.
Böylece yazı, sadece iletişim aracı olmaktan çıktı; bir medeniyet tercihinin simgesi oldu.
Gelelim bu güne:
Bugün Türkiye bir ulus devlet, resmi dili Türkçe. Bu şu demek: Türkçe, yalnızca iletişim aracı değil; aynı zamanda milletin hafızası, kültürünün taşıyıcısı, kimliğinin temeli. Eğer biz Türkçeye sahip çıkmazsak, özellikle de kelimelerimizi, deyimlerimizi, atasözlerimizi, edebiyatımızın zenginliğini korumazsak; yeni nesiller kendi medeniyet değerlerinden kopma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Dil kaybolursa, kültürün özü zayıflar.
Kelimeler yabancılaşırsa, düşünce de yabancılaşır.
Bir millet kendi dilinde üretemezse, başkalarının dilinde üretilen düşünceleri sadece tüketir.
Bu yüzden Türkçeye sahip çıkmak, yalnızca “dil sevgisi” değil; aynı zamanda kültür, kimlik ve medeniyetimizi koruma mücadelesidir.