2
Yorum
17
Beğeni
5,0
Puan
293
Okunma
Köyde herkes ona “Yaprakağa” derdi. Çocuk aklımla bu adı yadırgamıştım. Bir insana yaprak denir miydi? Sonradan öğrendim ki asıl adını kimse hatırlamaz olmuş. Çünkü geceleri dağlardaki en yüksek ağaçlara tırmanır, belindeki uzun bir kumaşla kendini bağlar ve yaprakların arasında görünmez olurmuş. Düşman baskınlarından, kurtlardan, hırsızlardan, köyün karanlığındaki tehlikelerden böyle saklanır, uyurken bile hem kendini hem köyü korurmuş. Ay ışığında ağaçların arasında kaybolur, neredeyse görünmez olurmuş. Bu yüzden köylüler ona “Yaprakağa” demeye başlamış.
Anlatırlardı: Kurtuluş Savaşı’nda diğer kadınlarla birlikte cepheye mermi taşımış. Bazen sırtında, bazen kucağında… Ama her zaman başı dik, gözleri ufka bakar şekilde yürürmüş. Sadece mermi değil, köyün umudu da onunla taşınırmış. Savaş bittiğinde, çoğu kadın evine dönüp normal hayatına karıştı. O ise dağların sessizliğinde, gökyüzüne yakın ağaçların arasında yaşamaya devam etti. Yaprakağa artık sadece bir kadın değil, köyün hafızasında bir gölgeydi.
Yıllar sonra, ben küçük bir çocukken, onun evine adım atmıştım. Köyümüzde kapılar kilitlenmezdi; kime neden sakınsın ki? O gün de öylece içeri girdim.
Tahta evin önünde rüzgâr çürümüş pencerelerden uğulduyordu. Merdivenlere bastığımda gıcırdadılar; sanki ev kendi geçmişini anlatıyordu. Sobanın sönmüşlüğü, duvarlardan sızan serinlik, odalara çökmüş sessizlik… Evde yaşayan tek şey zamandı ve her adımımda sanki geçmişin ağırlığını hissettim. Her köşede bir anının, bir hatıranın izleri vardı. Sessizliği dinlerken, köyün tüm öyküsünü tek bir nefeste hissettim.
Bir kapıyı araladım. Döşeğin üzerinde bembeyaz saçlı, yüzü kırış kırış ama ışıkla dolu bir kadın yatıyordu. Gözlerini araladığında dudak kenarları hafifçe gülümsedi. O an, köyün bütün efsaneleri gözlerimin önünde gerçek oldu: Karşımda Yaprakağa vardı.
Başucunda bir tabak su, tahta kaşık, incecik bir mısır ekmeği duruyordu. Az ve sadeydi, ama içinde koca bir ömrün direnci vardı. Ne getireceğimi düşünürken, minicik ellerimle suyu kaşığa doldurup dudağına götürdüm. Yavaşça içti. Sonra ekmeği avucumda ufaladım, kırıntıları tek tek ağzına koydum. Her lokmada bana bakıyordu. O bakışlarda bir köyün, bir halkın ve bir savaşın yükü vardı. Aynı zamanda sükûnet ve güven de vardı.
“Biliyor musun,” dedi kısık bir sesle, “bir zamanlar gökyüzünde uyurdum. Ağaçların tepesinde, yaprakların arasında… Kendimi bağlar, gözlerimi yıldızlara diker, sabaha kadar köyü izlerdim. Bunu bana babam öğretti. Düşman yaklaşmasın, kurtlar almasın, kimse namusuma el uzatmasın diye… İşte o yüzden bana Yaprakağa dediler.”
Ben susuyordum. Küçük bir çocuk, karanlık bir odada, önünde bir efsanenin kırılgan bedeni… Hayalimde hemen canlandı: Gövdesi ince ama dimdik bir kadın, ay ışığında yaprakların arasında uyuyor, sabaha kadar köyünü gözetliyordu. O an, sessizliğe karışmış tüm geçmişi, sırları ve cesareti hissettim.
Bir süre sessizlik sürdü. Sonra Yaprakağa başını hafifçe kaldırdı:
“Gel otur biraz yanımda. Dilersen eski hikâyelerden anlatayım sana. Ama korkma… Her şey bitti artık, evlat.”
Yavaşça yanına oturdum. Bana köyün savaş günlerini, dağ yollarındaki gizli bekleyişleri, geceleri yıldızlara bakarak umut taşıdığı anları anlattı. Anlattıkça gözleri uzaklara dalıyordu; gözlerinde hem acı hem gurur vardı.
Ama çocuk kalbim korkuyordu. Gece bastırıyordu. Eve dönmem gerekiyordu. Yavaşça fısıldadım:
“Ben gitmek zorundayım.”
O gözlerini kısarak bana baktı ve gülümsedi:
“Olur evladım. Git. Ama unutma, her adımın, her nefesin bu toprakları koruyor olacak.”
Arkamı döndüm. Kapıya yönelirken, rüzgârın uğultusu arasında onun gözleri hâlâ peşimdeydi. Ve aklımda tek bir düşünce vardı: Tekrar geldiğimde cebimde ona ne getireceğim…
Hatice GÜZEN
5.0
100% (2)