3
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
526
Okunma
Anadolu’nun Renklerini Biriktirdim Gönlümde...
Sabahın seherinde, minarelerden yükselen ezan sesleriyle; Boğaz’ın suları sabah rüzgârıyla dalgalanırken, martılar gökyüzünde beyaz harfler gibi şiir yazardı.
İstanbul, bir şairin kaleminde asla tamamlanamayan beyittir; bir musikişinasın sazında yarım kalmış nihavend makamı gibiydi...
Anadolu’nun Renklerini Biriktirirken Gönlümde...
Biraz Mardin’in amberi, biraz İzmir’in körfez mavisi, biraz da Kapadokya’nın kızıl toprağını, gökyüzüne yükselen balonlardan seyrederken, taşların binlerce yıldır aynı sessizliği koruduğunu gördük...
Rabbim murat etti, Bursa’nın ulu çınarının gölgesinde bir çay içtik, Ulucami’nin heybetli kapısından içeri adım atarken hissettiğimiz o sükûnet, bize yolculuğun sadece bir mekân değişimi değil, bir gönül terbiyesi olduğunu fısıldıyordu.
Nemrut dağında gün batımında, güneş’in, önce sarı bir örtü gibi dağın eteklerine serilişini, Sonra turuncu, sonra kızıl rengini… Ve en nihayetinde ufuk, kor ateşiyle yanmaya başladığında, adeta gökyüzüyle yeryüzü arasındaki perdenin kalktığını izlerken, Nemrut’taki sessizlik ilahî bir musikîye dönüşürdü...
Malatya’nın kayısısını dişlerken, kelimelerin penceresinden Edirne sabahının serinliğini üfledik sanki.
Ayağımda, yıllardır Karadeniz’in yosun kokusuyla, Anadolu bozkırının tozunu birlikte taşıyan bir yol yorgunluğu vardı.
O yorgunluğu bir anlığına unuttum, işte o an Konya’nın semasında dönen semazenler kadar hafiftim...
O unutkanlığın eşiğinde, Van Gölü mavisine bürünmüş rüyalar kurdum. Bir ikindi vaktinde, Seninle Diyarbakır surlarının gölgesinde yürüdük; Elimizde sıcak tandır ekmeği, gönlümizde Isparta’nın gül kokusu vardı. Kulağımızda Urfa’nın yanık türküsü ve ardından bir Karadeniz kemençesiyle,Trabzon’da horona durduk, sonra Muğla’da denize daldık ve sessizliği paylaştık...
O sessizlik ki, Erzurum’un soğuğu kadar berrak bir edep abidesiydi... Sen saçlarını rüzgâra bıraktığında, ben çocukluğumun sokaklarına koşardım. Bakır taslarda annemin yaptığı mercimek çorbasının buharına karışırdım.
Gözlerim, Kars’ın kış sabahı gibi derin ve soğuktu; Ama içinde Antalya güneşinin ısıttığı bir umut taşıyordum.
İkimiz de büyüdükçe küçülüyorduk, küçüldükçe Rabb’e yaklaşıyorduk.
Sen, sanki Hacı Bektaş’la öğüt veren bir bilge gibi elimden tutup götürdün beni Kutsal mekana. Benim elimde yarım kalmış dualar, Senin gönlünde teslimiyet vardı.
Eskiden küçük kızım için Afyon lokumu taşırdım,
O lokum kızımın yüzünü Ayvalık gün batımı gibi kızartırdı.
Ama bu renk, ne Mardin’in amberi, ne de İzmir’in körfez mavisiydi, başka bir renkti;
Belki de sabrın ve tevekkülün rengiydi.
Yıllardır Sivas’ın bağlama sesinden, Kütahya çinisinin deseninden, Rize’nin çay bahçelerinden mahrum kaldım.
Ama bilirim, bir gün yine “Anadolu Renkleri Defteri”ni açacağım;
Satır satır, hece hece, O renkleri yazacağım..
O zaman yine menekşe kokulu rüzgâr, Amasra sahilinden esip saçlarını savuracak,
Ve sen bana her zaman olduğu gibi gülümseyeceksin..
ve diyeceksin ki: “Kendine gel, kendin ol, kendince yaşa ve kimseye benzeme.”
Ben ‘de sana şöyle diyeceğim:
Anadolu bir kilimdir,
Renk renk, desen desen;
İlmeklerinde acı da var, sevinç de,
Bereket var, her karış toprağında
Her şehir bir renk, her renk bir umut,
dua eden eller var toprağın bağrında
Ve hepsi birden "Biz" diyerek yaşayacak,
Tek bir gök kubbenin altında...
...andelip...
5.0
100% (3)